Bir
süredir tırmanmaya çalıştığı yokus, göğsünde ağırlığı
artan bir yüke dönüşmüştü. “Biraz soluklansam iyi olacak”
diye geçirdi içinden
ve
yanında durduğu
taş
duvara yaslandı. Güneş
sıcaklığını alnında hissettiriyordu. Ceketinin
cebindeki küçük su şişesi geldi aklına. Evden çıkmadan
uyarmıştı karısı “ikindi vakti olsun o zaman gidersin” diye.
Yine inatçılığı tutmuştu. Aklına geleni bir an önce
yapmasıyla ünlenmişti hayatı boyunca. Tam kapıdan çıkarken eşi
arkasından telaşla koşmuştu. “Dün akşam koymuştum dolaba.
Yanına al yolda susarsın” diyerek plastik şişeyi sevgiyle
uzatmıştı. Birkaç yudum içti, avucuna
biraz su döktü,
yüzünü
ve saçlarını
ıslattı, ardından da şişenin
ağzını kapattığından emin olduktan sonra tekrar cebine
dikkatlice yerleştirdi.
“Sagolsun hep düşünür beni, bir
çocukmuşum gibi
ilgilenir benimle. Allah var ya
hakkını ödeyemem. Hele şu acılı günlerimde üzerime daha da
düştü, sağolsun” Zihninden akıp giderken kalbine hoş bir
sıcaklık bırakan düşüncelerin arasında el ele tutuşmuş genç
bir kızla delikanlıyı farketti. Hızlıca önünden geçip
yürümeye devam edeceği istikamete doğru yöneldiler “Ah
gençlik” diye
geçirdi içinden, bastonuna
sıkıca sarıldı. “Ha gayret Hüsnü” diyerek yokuşla olan
mücadelesine kaldığı yerden devam etti.
Genç
çift çoktan gözden kaybolmuştu. Ortalıklarda kimsecikler yoktu.
Sessizliği yaz şarkılarını terennüm eden kuşlar bölüyordu.
Bir de arada sırada hafifçe esen rüzgara boyun eğen yaprakların
sesi. Yokuşun bittiği yere ulaşınca
taş duvardaki eğreti demir kapıya
doğru
yöneldi.
Göğsüne bir ağrı saplandı birden. Elini
kalbine götürdü, yüzünde bir kaygı “yoksa...” diye
mırıldandı. Alnına ter damlacıkları toplandı, soluğu kesilir
gibi oldu. Birkaç kez derince nefes almaya çalıştı. Bastonuna
dayanarak biraz dinlendi. Neyse ki fazla sürmemiş,
ağrı
geldiği gibi bedenini terkedivermisti.
Bitmiş hayatlardan yükselen sessizliğin
arasında yavaş yavaş ilerlerken içinde garip bir hüzün
hissetti. Sanki herkes gitmişti de tek başına kalıvermisti bu
koskoca dünyada. “Melahat da olsaydı şimdi yanımda”, diye
geçirdi içinden. Sonra birden içini burkan o düşünce gelip
saplandı yüreğine, “Ya benden önce göçüp giderse ben ne
yaparım bir başıma?”
Mermer mezarların arasında garip bir şekilde
duran toprak yığınının önüne geldiğinde içinde yükselen
hüzün, ışığı azalmış gözlerinde birkaç damlaya dönüştü.
Kabristandaki görevli demişti, toprağın çökmesi için en az bir
sene beklemek gerekiyormuş. Ancak ondan sonra kalıcı bir mezar
yaptırabilirlermiş.
İyi bir dostunun cazip fiyatlara çok güzel kabirler yaptığından
bahsetmiş, defin işlemleri bittikten sonra dükkânının adresi
ile telefon numarasını yazılı olduğu kâğıdı ellerine
sıkıştırıvermişti.
Biricik dostunun ismiyle birlikte doğum ve
ölüm tarihlerinin, geçiciliği vurgular bir şekilde yazılmış
baş ucundaki tahtayı iki eliyle biraz düzeltmeye çalıştı.
Hafifçe eğilmiş, düşüverecekmiş
gibiydi. Sanki ona da kederin
ağırlığı bulaşmıştı. Bastonunu, merhumun komşusunun mermer
duvarına dayadı, bildiği surelerden okudu, dua etti. Yaklaşık
bir ay kadar önce aniden aralarından ayrılmış olan arkadaşının
mezarına bir süre nemli gözlerle baktı:
-Selim'le Mahmut'un sana çok selamları var.
Onlar da yakında ziyaretine gelmek istiyorlar.
Ortalık daha da bir sessizlesivermisti sanki.
Her zaman şen
şakrak birşeyler anlatmayı seven can dostunun suskuluğuna
karşı ne diyeceğini bilemedi. O da bir süre sessizliğe büründü.
Elini cebine atınca Nevzat'tan kendisine miras kalan siyah taşlı
tesbih parmaklarının arasına geliverdi. “Yanından
hiç ayırmazdın”
diye mırıldandı, “kahvedekiler de sana kucak dolusu selam
gönderdiler”
diye de ekledi. Bizim Rıza kıraathanenin bir köşesine bir vitrin
yaptırdı, içine senin eşyalarından bazılarını yerleştirdi.
Yanı başına
da kocaman bir fotoğrafını astı.
Oradan gelen geçenlere neşeli neşeli gülümsemeye devam
ediyorsun. Biz de sana selam verip öyle oturuyoruz masaya. Kahveci
Rıza bendeki tesbihi de istedi, vitrine koyalım diye. Ben pek razı
olmadım açıkçası, “arkadaşımdan
bana bir hatıradır”
dedim. O da “bencillik etme de herkesin görebileceği bir yere
koyalım”
diye çıkıştı. Sonra düşündüm de haklı galiba. “Nevzat
gibi ömrünün çoğunu geçirdiği bu yere onun hatırasına bir
köşe yapmak benim boynumun borcu” diyor. Allah var ya sana çok
kıymet verdiği her halinden belli. Seni toprağa verdiğimizin
akşamı herkese bedava çay
dağıttı. “Rahmetliye birer
Fatiha okuyun da ondan sonra için”
diye de sıkı sıkıya tembih etti. Herşeyi kuruşu kuruşuna hesap
eder bilirsin. Bence büyük bir fedakarlık yaptığı. Hakikaten
senin yerin ayrıydı be Nevzat.
Konuştukça rahatladığını
hissediyordu yaşlı adam. Sanki çok uzağında değildi biricik
dostu. Biraz daha birşeyler anlatmak istedi
fakat hafifçe bir öksürük tuttu. Cebindeki şişeye elini uzattı
ve kana kana içti. “Melahat Yengen de kahvedekilere, rahmetlinin
en sevdiği tatlıydı diyerek bir tepsi revani yapıp gönderdi.
Herkes afiyetle yedi, senin adını yâd ede ede” Kalan
suyu mezarın üzerine serptti, şişeyi tekrar cebine koydu.
Ağırlığını yine de hissediyordu. İçindekileri dökmeye devam
etti:
“Senin yerini kimse dolduramaz Nevzatcığım.
Aramızdan ayrılalıdan
beri masaya üç kişi oturuyoruz, senin sandalyeni kimselere
vermiyoruz. Bir süredir idare ediyoruz ama bu oyunun tadı da üç
kişiyle çıkmıyor ki be birader. Ne zamandır etrafı kolaçan
ediyoruz, dördüncü adam olarak kimi seçelim diye. Bizim Mahmut,
Süleyman'ı önerdi. Hani kahvede sürekli gazete okuyan emekli
mühendis var ya. Selim karşı çıktı, onun eli çok ağır diye.
Bir keresinde aynı masada okey oynamışlar, adam hangi taşı atsam
hangisini atmasan diye hesap ederken neredeyse tek oyunla akşamı
etmişler. Tabii bizim Mahmut önce alınır gibi oldu, pek
alıngandır
bilirsin. O zaman sen öner birisini dedi. Selim de kalkıp dördüncü
adam Şeref olsun demesin mi? Ben hemen itiraz ettim tabii. Onun taş
çalmaktan sabıkası var dedim. Aşağı mahalledeki kahveden bu
yüzden sürgün edildi diye de hatırlattım. Bizim Selim de
“herkese yine de ikinci bir şans verilmelidir” demesin mi? Ben
de başka meselelerde bir şans verilebilir ama bizim okey masasına
ancak geçmişi temiz adamlar oturabilir dedim. Senin anlayacağın
Nevzatcığım
yerine kimseleri bulamadık henüz.”
Güneş yavaş yavaş silinmiş, bulutların
arkasına gizlenmişti. Hafifçe esen rüzgar, bir süredir asılı
oldukları yerde sessizce duran ağaçların yapraklarını
canlandırdı, durgunluk kentinde hayatı simgeleyen çimenleri
sevgiyle okşadı. Usulca başını gökyüzüne çeviren yaşlı
adam, “acaba yağmur mu yağacak”
diye bir kaygı duydu. Melahat´ın
sözünü neden dinlemediysem? Evden çıkarken ne güzel, şemsiyeyi
de uzatmıştı. Niye
inat edip almadıysam.
Ceketini sıkıca ilikledi, iki yakasını
kaldırdı. Bastonunu tekrar eline
aldı, ayrılmadan son bir kez
daha biricik dostuna içi burkularak baktı:
-Nevzatcığım
benim şimdilik müsade istemem gerekiyor. Hava biraz bozdu gibi. Hem
biraz erken eve varayım da benimkisinin gönlünü alayım. Yoksa
akşama kahveye bırakmaz, bizimkiler de “içişleri bakanından
izin çıkmadı mı” diye alay ederler sonra.
En iyisi mi ben yavaş yavaş bizim fakirhanenin yolunu tutmaya
başlayayım.
Yaşlı adam içinde yine o aniden nükseden
garip hüzünle birlikte, etrafını saran binbir düşünce
yumağının arasında yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyordu. Göz
ucuyla da yan yana dizilmiş mezar taşlarına bakıyor, arada sırada
üzerlerine işlenmiş isimlerle doğum ve ölüm tarihlerini okumaya
çalışıyordu. Sıra sıra dizilmiş mezar taşlarının durgunluğu
içinde bir ürpertiye
dönüştü. Yazılarla rakamlar, okey taşlarındaki gibi renkli
renkli olsaydı daha mı hoş dururdu acaba
diye bir düşünce geçti
zihninden.
“Hayat gerçekten ne kadar ilginç”
diye düşündü. “Daha bir ay önce kahvede karşılıklı oturmuş
ne güzel taş diziyorduk. Genelde heyecanlanırdı
fakat o gün daha bir farklıydı. Gerçi kolay
mı, oyun ölüm kalım
meselesine dönmüştü. Ya okey dışarı yapıp oyunu alacaktık ya
da az bir farkla kaybedecektik. Ne de uzun sürmüştü bu son parti.
O şen şakrak halini bir kenara bırakıp sessizleşivermişti.
Bana anlamlı anlamlı iki kez gözünü kırptığında
ne de
sevinmiştim. Elinde iki okey fırsat kolluyordu. Sonunda elindeki o
değerli taşı masanın ortasına hızlıca vurup “okey dışarı”
derken ki hali, hiç gözümün önünden gitmiyor. “Çak ortak
diye elini bana uzatışı,
Selim'le Mahmut'un sinirden kıpkırmızı olan suratları, “haydi
üzülmeyin şimdiki çaylar da benden olsun deyişi”
kollarını bir çocuk gibi yanlara açıp “heyt işte taş ustası
diye buna derler” deyip bizimkilere takılışı...Zafer
sevincimiz ne de kısa sürmüştü. Nereden bilebilirdik bunun son
oyunumuz olduğunu? Masadakilerle
lafa tutuşmuşken yüzündeki sevinç ifadesinin birden acıya
dönüşmesi, elini göğsüne götürüp şiddetle gömleğinin
yakasını açmaya çalışması, olduğu yerde yığılıp kalması.
Herşey ne kadar kısa bir sürede olup bitivermişti.
Ismarladığı
çaylar henüz masaya gelmeden hayata veda edivermişti.
Gökyüzünün maviliğini
yok eden bulutlar yokuşun başındaki yaşlı adamın üzerine ağır
bir yorgan
gibi serilmeye başladı. Birkaç kez derince nefes aldı. Bir süre
olduğu yerde hareketsizce kaldı. Adım
atamıyordu bir türlü nedense. İçinde
garip bir duygu vardı, ne olduğunu tam bilemedi. Belki de sevdiği
dostunu geride bırakmanın ağırlığıydı ayağına takılan,
anlayamadı. Hafifçe aralanan bulutların arasından güneş kalbine
değdi, bir süredir sağanağa dönen içindeki hüzün dindi. Sonra
birdenbire acıktığını
hissetti. En son kahveden ayrılmadan peynirli tost yediğini
hatırladı. “Melahat'in haberi olsa kesin kızar” diye geçirdi
içi ürpererek. Zabıtalar eline su dökemez, ne yediğim ne içtiğim
illa ki onun denetiminden geçecek. Ne olur sanki doya doya yesem.
Doktor her defasında perhiz listesini uzatıyor da uzatıyor;
yok şunu yeme yok bunu içme...Bir
dahaki sefere sen en iyisi ne yiyip içebilirim
onu yaz da bari kağıt israfı olmasın diyeceğim. Neyse bu akşam
ambargoyu deliyoruz, Melahat dayanamadı yalvarmalarıma,
bol yoğurtlu mantıya bu seferlik tamam dedi. Ne zamandır hasret
kalmışım, şöyle üzerine biber de ekip...
Dizlerindeki ağırlık gitmiş
tüm bedenine bir canlılık yayılmıştı birden bire. Güneş
gizlendiği bulutların gerisinden sevincine katıldı. “Ah bir de
baklavaya ikna edebilseyim. Neyse şansımı daha
fazla zorlamayayım
sonra mantıyı da koklatmaz bana. Bu akşam kahveye giderken
Nevzatcığımın
adına bizim tatlıcıdan şöyle şerbeti bol baklavadan götüreyim,
hem sevap olur”
Yaşlı adam çehresinde tebessüm,
elinde sıkıca kavradığı bastonu, heyecanla yokuş aşağı
inmeye başladı. Tekrar güneşe kavuşan kuşların mutluluk
nağmeleri duyuluyordu uzaklardan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder