5 Nisan 2012 Perşembe

DÖRDÜNCÜ ADAM


Bir süredir tırmanmaya çalıştığı yokus, göğsünde ağırlığı artan bir yüke dönüşmüştü. “Biraz soluklansam iyi olacak” diye geçirdi içinden ve yanında durduğu taş duvara yaslandı. Güneş sıcaklığını alnında hissettiriyordu. Ceketinin cebindeki küçük su şişesi geldi aklına. Evden çıkmadan uyarmıştı karısı “ikindi vakti olsun o zaman gidersin” diye. Yine inatçılığı tutmuştu. Aklına geleni bir an önce yapmasıyla ünlenmişti hayatı boyunca. Tam kapıdan çıkarken eşi arkasından telaşla koşmuştu. “Dün akşam koymuştum dolaba. Yanına al yolda susarsın” diyerek plastik şişeyi sevgiyle uzatmıştı. Birkaç yudum içti, avucuna biraz su döktü, yüzünü ve saçlarını ıslattı, ardından da şişenin ağzını kapattığından emin olduktan sonra tekrar cebine dikkatlice yerleştirdi.

“Sagolsun hep düşünür beni, bir çocukmuşum gibi ilgilenir benimle. Allah var ya hakkını ödeyemem. Hele şu acılı günlerimde üzerime daha da düştü, sağolsun” Zihninden akıp giderken kalbine hoş bir sıcaklık bırakan düşüncelerin arasında el ele tutuşmuş genç bir kızla delikanlıyı farketti. Hızlıca önünden geçip yürümeye devam edeceği istikamete doğru yöneldiler “Ah gençlik” diye geçirdi içinden, bastonuna sıkıca sarıldı. “Ha gayret Hüsnü” diyerek yokuşla olan mücadelesine kaldığı yerden devam etti.

Genç çift çoktan gözden kaybolmuştu. Ortalıklarda kimsecikler yoktu. Sessizliği yaz şarkılarını terennüm eden kuşlar bölüyordu. Bir de arada sırada hafifçe esen rüzgara boyun eğen yaprakların sesi. Yokuşun bittiği yere ulaşınca taş duvardaki eğreti demir kapıya doğru yöneldi. Göğsüne bir ağrı saplandı birden. Elini kalbine götürdü, yüzünde bir kaygı “yoksa...” diye mırıldandı. Alnına ter damlacıkları toplandı, soluğu kesilir gibi oldu. Birkaç kez derince nefes almaya çalıştı. Bastonuna dayanarak biraz dinlendi. Neyse ki fazla sürmemiş, ağrı geldiği gibi bedenini terkedivermisti.

Bitmiş hayatlardan yükselen sessizliğin arasında yavaş yavaş ilerlerken içinde garip bir hüzün hissetti. Sanki herkes gitmişti de tek başına kalıvermisti bu koskoca dünyada. “Melahat da olsaydı şimdi yanımda”, diye geçirdi içinden. Sonra birden içini burkan o düşünce gelip saplandı yüreğine, “Ya benden önce göçüp giderse ben ne yaparım bir başıma?”

Mermer mezarların arasında garip bir şekilde duran toprak yığınının önüne geldiğinde içinde yükselen hüzün, ışığı azalmış gözlerinde birkaç damlaya dönüştü. Kabristandaki görevli demişti, toprağın çökmesi için en az bir sene beklemek gerekiyormuş. Ancak ondan sonra kalıcı bir mezar yaptırabilirlermiş. İyi bir dostunun cazip fiyatlara çok güzel kabirler yaptığından bahsetmiş, defin işlemleri bittikten sonra dükkânının adresi ile telefon numarasını yazılı olduğu kâğıdı ellerine sıkıştırıvermişti.

Biricik dostunun ismiyle birlikte doğum ve ölüm tarihlerinin, geçiciliği vurgular bir şekilde yazılmış baş ucundaki tahtayı iki eliyle biraz düzeltmeye çalıştı. Hafifçe eğilmiş, düşüverecekmiş gibiydi. Sanki ona da kederin ağırlığı bulaşmıştı. Bastonunu, merhumun komşusunun mermer duvarına dayadı, bildiği surelerden okudu, dua etti. Yaklaşık bir ay kadar önce aniden aralarından ayrılmış olan arkadaşının mezarına bir süre nemli gözlerle baktı:

-Selim'le Mahmut'un sana çok selamları var. Onlar da yakında ziyaretine gelmek istiyorlar.

Ortalık daha da bir sessizlesivermisti sanki. Her zaman şen şakrak birşeyler anlatmayı seven can dostunun suskuluğuna karşı ne diyeceğini bilemedi. O da bir süre sessizliğe büründü. Elini cebine atınca Nevzat'tan kendisine miras kalan siyah taşlı tesbih parmaklarının arasına geliverdi. “Yanından hiç ayırmazdın” diye mırıldandı, “kahvedekiler de sana kucak dolusu selam gönderdiler” diye de ekledi. Bizim Rıza kıraathanenin bir köşesine bir vitrin yaptırdı, içine senin eşyalarından bazılarını yerleştirdi. Yanı başına da kocaman bir fotoğrafını astı. Oradan gelen geçenlere neşeli neşeli gülümsemeye devam ediyorsun. Biz de sana selam verip öyle oturuyoruz masaya. Kahveci Rıza bendeki tesbihi de istedi, vitrine koyalım diye. Ben pek razı olmadım açıkçası, “arkadaşımdan bana bir hatıradır” dedim. O da “bencillik etme de herkesin görebileceği bir yere koyalım” diye çıkıştı. Sonra düşündüm de haklı galiba. “Nevzat gibi ömrünün çoğunu geçirdiği bu yere onun hatırasına bir köşe yapmak benim boynumun borcu” diyor. Allah var ya sana çok kıymet verdiği her halinden belli. Seni toprağa verdiğimizin akşamı herkese bedava çay dağıttı. “Rahmetliye birer Fatiha okuyun da ondan sonra için” diye de sıkı sıkıya tembih etti. Herşeyi kuruşu kuruşuna hesap eder bilirsin. Bence büyük bir fedakarlık yaptığı. Hakikaten senin yerin ayrıydı be Nevzat.

Konuştukça rahatladığını hissediyordu yaşlı adam. Sanki çok uzağında değildi biricik
dostu. Biraz daha birşeyler anlatmak istedi fakat hafifçe bir öksürük tuttu. Cebindeki şişeye elini uzattı ve kana kana içti. “Melahat Yengen de kahvedekilere, rahmetlinin en sevdiği tatlıydı diyerek bir tepsi revani yapıp gönderdi. Herkes afiyetle yedi, senin adını yâd ede ede” Kalan suyu mezarın üzerine serptti, şişeyi tekrar cebine koydu. Ağırlığını yine de hissediyordu. İçindekileri dökmeye devam etti:

“Senin yerini kimse dolduramaz Nevzatcığım. Aramızdan ayrılalıdan beri masaya üç kişi oturuyoruz, senin sandalyeni kimselere vermiyoruz. Bir süredir idare ediyoruz ama bu oyunun tadı da üç kişiyle çıkmıyor ki be birader. Ne zamandır etrafı kolaçan ediyoruz, dördüncü adam olarak kimi seçelim diye. Bizim Mahmut, Süleyman'ı önerdi. Hani kahvede sürekli gazete okuyan emekli mühendis var ya. Selim karşı çıktı, onun eli çok ağır diye. Bir keresinde aynı masada okey oynamışlar, adam hangi taşı atsam hangisini atmasan diye hesap ederken neredeyse tek oyunla akşamı etmişler. Tabii bizim Mahmut önce alınır gibi oldu, pek alıngandır bilirsin. O zaman sen öner birisini dedi. Selim de kalkıp dördüncü adam Şeref olsun demesin mi? Ben hemen itiraz ettim tabii. Onun taş çalmaktan sabıkası var dedim. Aşağı mahalledeki kahveden bu yüzden sürgün edildi diye de hatırlattım. Bizim Selim de “herkese yine de ikinci bir şans verilmelidir” demesin mi? Ben de başka meselelerde bir şans verilebilir ama bizim okey masasına ancak geçmişi temiz adamlar oturabilir dedim. Senin anlayacağın Nevzatcığım yerine kimseleri bulamadık henüz.”

Güneş yavaş yavaş silinmiş, bulutların arkasına gizlenmişti. Hafifçe esen rüzgar, bir süredir asılı oldukları yerde sessizce duran ağaçların yapraklarını canlandırdı, durgunluk kentinde hayatı simgeleyen çimenleri sevgiyle okşadı. Usulca başını gökyüzüne çeviren yaşlı adam, “acaba yağmur mu yağacak” diye bir kaygı duydu. Melahat´ın sözünü neden dinlemediysem? Evden çıkarken ne güzel, şemsiyeyi de uzatmıştı. Niye inat edip almadıysam.

Ceketini sıkıca ilikledi, iki yakasını kaldırdı. Bastonunu tekrar eline aldı, ayrılmadan son bir kez daha biricik dostuna içi burkularak baktı:

-Nevzatcığım benim şimdilik müsade istemem gerekiyor. Hava biraz bozdu gibi. Hem biraz erken eve varayım da benimkisinin gönlünü alayım. Yoksa akşama kahveye bırakmaz, bizimkiler de “içişleri bakanından izin çıkmadı mı” diye alay ederler sonra. En iyisi mi ben yavaş yavaş bizim fakirhanenin yolunu tutmaya başlayayım.

Yaşlı adam içinde yine o aniden nükseden garip hüzünle birlikte, etrafını saran binbir düşünce yumağının arasında yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyordu. Göz ucuyla da yan yana dizilmiş mezar taşlarına bakıyor, arada sırada üzerlerine işlenmiş isimlerle doğum ve ölüm tarihlerini okumaya çalışıyordu. Sıra sıra dizilmiş mezar taşlarının durgunluğu içinde bir ürpertiye dönüştü. Yazılarla rakamlar, okey taşlarındaki gibi renkli renkli olsaydı daha mı hoş dururdu acaba diye bir düşünce geçti zihninden.

“Hayat gerçekten ne kadar ilginç” diye düşündü. “Daha bir ay önce kahvede karşılıklı oturmuş ne güzel taş diziyorduk. Genelde heyecanlanırdı fakat o gün daha bir farklıydı. Gerçi kolay mı, oyun ölüm kalım meselesine dönmüştü. Ya okey dışarı yapıp oyunu alacaktık ya da az bir farkla kaybedecektik. Ne de uzun sürmüştü bu son parti. O şen şakrak halini bir kenara bırakıp sessizleşivermişti. Bana anlamlı anlamlı iki kez gözünü kırptığında ne de sevinmiştim. Elinde iki okey fırsat kolluyordu. Sonunda elindeki o değerli taşı masanın ortasına hızlıca vurup “okey dışarı” derken ki hali, hiç gözümün önünden gitmiyor. “Çak ortak diye elini bana uzatışı, Selim'le Mahmut'un sinirden kıpkırmızı olan suratları, “haydi üzülmeyin şimdiki çaylar da benden olsun deyişi” kollarını bir çocuk gibi yanlara açıp “heyt işte taş ustası diye buna derler” deyip bizimkilere takılışı...Zafer sevincimiz ne de kısa sürmüştü. Nereden bilebilirdik bunun son oyunumuz olduğunu? Masadakilerle lafa tutuşmuşken yüzündeki sevinç ifadesinin birden acıya dönüşmesi, elini göğsüne götürüp şiddetle gömleğinin yakasını açmaya çalışması, olduğu yerde yığılıp kalması. Herşey ne kadar kısa bir sürede olup bitivermişti. Ismarladığı çaylar henüz masaya gelmeden hayata veda edivermişti.

Gökyüzünün maviliğini yok eden bulutlar yokuşun başındaki yaşlı adamın üzerine ağır bir yorgan gibi serilmeye başladı. Birkaç kez derince nefes aldı. Bir süre olduğu yerde hareketsizce kaldı. Adım atamıyordu bir türlü nedense. İçinde garip bir duygu vardı, ne olduğunu tam bilemedi. Belki de sevdiği dostunu geride bırakmanın ağırlığıydı ayağına takılan, anlayamadı. Hafifçe aralanan bulutların arasından güneş kalbine değdi, bir süredir sağanağa dönen içindeki hüzün dindi. Sonra birdenbire acıktığını hissetti. En son kahveden ayrılmadan peynirli tost yediğini hatırladı. “Melahat'in haberi olsa kesin kızar” diye geçirdi içi ürpererek. Zabıtalar eline su dökemez, ne yediğim ne içtiğim illa ki onun denetiminden geçecek. Ne olur sanki doya doya yesem. Doktor her defasında perhiz listesini uzatıyor da uzatıyor; yok şunu yeme yok bunu içme...Bir dahaki sefere sen en iyisi ne yiyip içebilirim onu yaz da bari kağıt israfı olmasın diyeceğim. Neyse bu akşam ambargoyu deliyoruz, Melahat dayanamadı yalvarmalarıma, bol yoğurtlu mantıya bu seferlik tamam dedi. Ne zamandır hasret kalmışım, şöyle üzerine biber de ekip...

Dizlerindeki ağırlık gitm tüm bedenine bir canlılık yayılmıştı birden bire. Güneş gizlendiği bulutların gerisinden sevincine katıldı. “Ah bir de baklavaya ikna edebilseyim. Neyse şansımı daha fazla zorlamayayım sonra mantıyı da koklatmaz bana. Bu akşam kahveye giderken Nevzatcığımın adına bizim tatlıcıdan şöyle şerbeti bol baklavadan götüreyim, hem sevap olur”

Yaşlı adam çehresinde tebessüm, elinde sıkıca kavradığı bastonu, heyecanla yokuş aşağı inmeye başladı. Tekrar güneşe kavuşan kuşların mutluluk nağmeleri duyuluyordu uzaklardan.