28 Temmuz 2011 Perşembe

YOLCULUK


Yavaş yavaş camın gerisinde akıp gitmekte olan şehrin görüntüleri ne kadar da anlamsız gelmeye başlamıştı bana. Bir yerlerden bir yerlere koşuşturup duran insanları oturduğum yerden seyretmek, birazcık lükstü şu an benim için. Bu telaşlı dünya için sadece bir trenim ben, zaman zaman arabalara geçit vermediğim için birkaç küfre maruz kalan, ya da birkaç çocuğun gözünde, odalarında bulunması gereken güzel bir oyuncak.


İçinde bulunduğum vagondaki sessizliği, acil fren kolunun altındaki yazılar bölüyordu. Lüzumsuz yere kullanıldığında, kişinin ceza göreceğini adeta haykıran harfler, insanı baştan çıkartıp suça teşvik edecek derecede kırmızı. Yolculuklarında aşklarını ölümsüzleştirmeye niyet etmiş olan kalp ressamlarının eserlerinin arasındayım, yaşamaya çalışan yarı canlı bir beden olarak. Seven ve de sevilenin isimlerinin sadece başharflerinin verildiği, gizli sevgilere ait o kadar çok kalp vardı ki, sanırım zamanla birer kırmızı koltuğa dönüşmüşlerdi. Annesinin kucağında şımartılmaya ihtiyacı olan bir çocuktum aslında, anonim sevgilerin teşhir edildiği bu koltukta.
Kimseciklerin olmadığını farketmiş olan ayaklarım, biraz sorumsuzca birazcık da küstahça karşıdaki yerlerini almışlardı. Sol elimin altındaki siyah çantam, hüzünlü oluşundan mıdır bu rengin, bilmem.

Sağ elim kravatımı gevşetmekle meşgul. Özgürce nefes almak ve de gevşemek. Önce üzerinde oturduğum koltuğu kaplamak. Oradan da damla damla yere doğru akıp gitmek. İçerisinde bulunduğum vagonu, diğer vagonları, geçtiğimiz köyleri, kasabaları, şehirleri…Heryeri, ama heryeri kaplayacak kadar gevşemek, erimek, sonra da buharlaşıp ortadan kaybolmak.

Başarmak. Yıllarca peşinden sürüklendiğim nazlı bir güzel, ulaşılmaz bir masal perisi. Tam yakaladığımı sandığım bir anda, yavaşca ellerimin arasından uçup gitmesine seyirci kalmıştı gözlerim, tüm çabalarıma rağmen kurtaramadığım hastamla birlikte. Başarmak, peşinden koşup yorulduğum kaprisli bir sevgili.

Zaten bayatlamış olan poğacalar iyice bozulup tek hücreli canlılara ev sahipliği yapmasın diye içine konmuş olan naylon torbayı, asıl taşıma görevini üstlenmiş olan siyah çantamdan çekip çıkarttım. Mideme ilk yerleşme ünvanına nail olan lokmadan sonra, annemin o mis gibi kokan peynirli poğaçalarını hatırladım, içten içe üzülerek.

Bir an yavaşlamaya başladık. Başım bir süredir tembellik ettiği yerden ayrıldı, karşı koltuktaki ayaklarım iyice ağırlaştı, durmuştuk. Oysa hiç durmayalım istiyordum, hep gidelim dönmemecesine, varacağımız yerin neresi olacağını bilmeden.

İki vagonu ayıran kapı bir ara kayboldu ve önünde de kaybolmaya yüz tutmuş olan birisiyle yeniden göründü. Elbiseleri ilk alındıklarında nasıldılar bilemiyorum, ama şu anda tek bir rengi temsil ediyorlardı, kirliliğin rengini. Üst üste geçirdiği sayısız ameliyatların ardından yorgun düşmüş bir hastanın umutsuzluğunda paltosu, yırtık yerleri zaman zaman iğne ve iplikten geçirilerek yok edilmeye çalışılmışsa da. Yaz kış yol yürüdüğü belli olan siyah potinleri, geçtiği her yerden numune olarak değişik tozlardan toplamış, fazlalıklar yere dökülüp kaybolmasın diye iyice yayılıp genişlemişlerdi. Üstündekilerinin başı sonu belli olmayan bu adamın zamanla saçları sakal, sakalları saç olmuş. Omuzları iyice sarkmış, bir elinde birası, bir elinde de sarı torbası, kolları bütün dünyayı taşıyormuşçasına dökülmüş, gözlerinde bu alemden çoktan ayrılıp uzaklara göç ettiğine dair boş bir ifade vardı.

Trenin hareket etmesiyle, biran dengesini yitiren yabancı, önce solumdaki koltuğa oturacakmış gibi yaptı, bir iki kez savrulduktan sonra, ezilmekten korkan ayaklarımın hiç tereddüt etmeden terk ettikleri karşı koltukta karar kıldı. Sağa sola savrulan biranın her yana yayılan kokusu, kısa bir sürede ortamı birahaneye çevirmişti.

Tanıdık bir siması vardı. Sanki daha önce bir yerlerde karşılaşmışım gibi. Yıkımın yüzleri ne kadar da benziyor birbirine.

-Ne o, tanıyamadın mı beni?

Görünmeyen dudaklarından dökülen cümlelerin bittiğini, arkasından eklenen birkaç öksürükle vurgulamıştı.

-Kusura bakmayın, çıkartamadım sizi.

-Bırak şimdi, kibarlık ayaklarını, iyi düşün. Çek bir fırt, zihnin açılır. Haydi çekinme.

Önüme uzattığı bira kutusu heyecanlanmıştı sanki, titriyordu.

-Yok sağol. İçki kullanmam.

Vagonun her bir köşesine sinmekle meşgul olan koku, beni sarhoş etmeye yetiyordu zaten.
-Demek hatırlayamadın beni. Aşk olsun, sana o kadar da nasihatlarda bulunmuştum.

Birasını yudumlamıyordu, adeta bir hortum gibi çekiyordu.

-Başkente geldiğin ilk günü nasıl da unuttun hemen?

-Baskente geldigim ilk gun? Yıllar geçti üzerinden. Sanırım tıp fakültesine kaydımı yaptırmak için gitmiştim. Tamam hatırladım şimdi. İstasyonda adres soracak birilerini ararken cüzdanımı çaldırmış, siz de bana yardımcı olmuştunuz. Hatta bir miktar para da vermiştiniz, o günü atlatabilmem için.

-Göründüğüm kadar rezil birisi değilimdir aslında. Dayanamam böyle şeylere.

-Daha sonra çok aradım sizi, teşekkür edebilmek için ama bulamadım.

-Devamlı aynı yerlerde dolaşmaktan hoşlanmam. Kimseler bilmez nerede olduğumu, bilsinler de istemem zaten.

Biran icin hüzünlendi sanki, bir süreliğine dışarıya doğru çevirdi gözlerini. Bira kutusundan birkaç yudum aldı, ardından da derince bir nefes.

-Hayata umut dolu bakan gozlerin beni sehirdeki ilk günlerime döndürmüştü. Geleceğe dair hayallerimle yaşadığım günlere. Zamanla beklentilerim değisti, hatta bir süre sonra da kayboldular. Neyse bu kadar edebiyat yeter.

Göğüs kafesi yırtılırcasına öksürdü, gözleri doldu, sonra tebessüm etti.

-Senin haline bakılırsa hedefine ulaşmışsın. Çevrendeki insanların hayran olduğu başarılı genç adam. Tebrikler...

Birasını oturduğu koltuğa bıraktı, alaycı bir tavırla bir süre alkışladı.

-Sanırım pek mutlu değilsin. Yoksa böyle yolculuklarda işin ne?

Sustum biran. Dışarılara daldı gitti gözlerim. İçimde olup bitenleri birileri eşeleyip ortaya çıkarsın istemiyordum.

-Üzüntüsünü herkesten gizlemeye çalışan güçlü genç adam. Al iç biraz, iyi gelir böyle yolculuklarda.

-İstemiyorum, ısrar etmeyin lutfen!

Istemeden hafifçe öfke karışıvermişti, alalacele ağzımdan dökülen kelimelerin arasına.
-Sen sigara da içmiyorsundur okumuş çocuk.

Kaşla göz arasında bir bulut beliriverdi. Ayyaş gittikçe görünmez olmuştu, sisli bir havada yavaş yavaş kaybolan bir gemi misali. Tavana doğru yükselen dumanlar, düşüncelerime dönüşüvermişti, beynimden fışkıran binlerce düşünceye.

-Neyse boşver, bir hırsız için bu kadar üzülmeye değmez. Eninde sonunda böyle olacaği belliydi zaten.

-Anlayamadım. Kimden bahsediyorsunuz?

-Kimden olacak, yanlışlıkla ölümününe neden olduğun adamdan tabii ki.

Bir türlü anlam veremediğim alaycı bakışlarından rahatsız olmaya başlamıştım.

-Nereden biliyorsunuz tüm bunları? Bir yakınınız mı yoksa?

-Kendisini çok iyi tanırım, hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok. Istemeyerek de olsa hayatini elinden aldigin o adam, yıllar önce istasyonda senin cüzdanina el koymuştu. Çaresizliğin bana öyle dokunmuştu ki, arkadaşımın haberi olmadan, kaşla göz arasında sana paranın bir kısmını iade etmiştim. Neyse bu kadar gevezelik yeter. Birazdan ineceğim. İçim dışıma çıktı. Pek sevmem bu tür yolculukları. Elimde olmadan yapıyorum bazen. Her insan gibi. Bir de öyle bir kafa ağrısı var ki, sanki binlerce kişi etrafıma toplanmış, habire davul çalıyorlar. İstersen bir kutu bira bırakayım sana. Bak herkese yapmam bu kıyağı.

Cevap vermeyince alaycı bir şekilde sırıtarak, elini paltosunun iç cebine doğru götürdü.

Sürekli bunu yanımda taşımaktan sıkıldım artık, dedi.

Cebinden cıkarttığı eski püskü bir fotoğrafı bana dogru fırlattı.

-Cüzdanında bulmuştum bu resmi. Güzel kız doğrusu, yakışır senin gibi delikanlıya. Görür görmez vurulmuştum ona. İnsan bir fotoğafa aşık olabilir mi? Ben oldum. Ne dersin beni böyle olduğum gibi beğenir mi? Yıllarca hiç ayrılmadık Nereye gittiysem onu da yanımda götürdüm. Sahi nedir bu güzel kızın ismi? Aman bana ne ya, zaten başım acayıp ağrıyor. Midem de bulanmaya başladı birden.

İçeriye girdiği gibi terketti vagonu, koskoca bir duman kümesini geride bırakmayı ihmal etmeden. Fotoğraf, Murat’ın şaşkınlıktan titreyen ellerinde tebessüm ediyordu, olup bitenlere bir anlam veremeden.

Pencereyi açıp kafamı dışarıya çıkarsam, sesim kısılıncaya kadar bağırsam. Beynimin kıvrımları arasında dolaşıp duran düşüncelerim dökülüp gidiverse, trenin tekerleriyle rayların arasında sıkışıp kaybolsalar. Belki de yerimi değiştirmeliyim. Evet ,evet, en iyisi gidip başkabir yere oturmalı. Bir an için olsun yanımdan ayrılmamış olan emektar çantam iyice kararmıştı, onun da bir değişikliğe ihtiyacı olduğu her halinden belliydi.

Tam kapıyı açacakken, göz hizasındaki yuvarlak pencereden, içeride birisinin olduğunu farkettim. Demek ki yalnız yolculuk etmiyordum. Belki de doğru dürüst sohbet edebileceğim birisidir, İçinde bulunduğum ruh halini bana unutturacak bir insan, kim bilir.

Hafifçe yana dönmüş, sırtı bana dönük olan kişinin sadece siyah uzun dalgalı saçlarının bir kısmını görebiliyordum, bir de narin, lacivert renkli ayakkabısını. Bir kadın, tek başına yolculuk eden yalnız birisi. Sağ elimden kurtulan kapı, fazla inat etmeden sessizce kapandı. Sigara içilmesi yasak olan vagondaki havanın neredeyse tamamını içime çekecektim, yaşamak için oksijene ihtiyacı olan tek canlı ben olsaydım o anda.

Birbirini tanımayan iki insan arasındaki konuşmayı başlatacak olan kelimeleri seçmiştim çoktan. Afedersiniz, diyecektim. O da dönüp bana baktığında en nazik ve de en sevimli tavrıma bürünüp tamamlayacaktım cümlemi:

Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim?

Ama bunlara gerek kalmamıştı. Yanında dikildiğimi farkeden yalnız kadın, sağ omuzunun üzerinden bana doğru baktı. Bir an için göğüs kafesime sığmayan kalbim, aniden yerinden koparak, kırmızı koltuklardaki kalp ressamlarının eserlerinin arasında yerini almıştı çoktan.

-Esin sen ha! Gözlerime inanamıyorum.

Diyebildiğim bu kadardı. Aynada göremesem de kendimi, sanırım şaşkınlığımı ve de sevincimi, yüz ifadem tüm çıplaklığıyla anlatmaktaydı.

-Aman Allah’ım Murat. İnanmıyorum. Bunca sene sonra.

-Kimin aklına gelirdi seninle burada karşılaşacağımız. Dünya aslında ne kadar da küçük, değil mi?

Yanınıza oturabilir miyim ” sorusunu sormama gerek kalmamıştı. Çantam da ben de yüzsüzce yerlerimizi almıştık çoktan. Sol cebimdeki fotografa uzandı elim birden. Bil bakalim elimde ne var, diyecektim, vazgeçtim sonra. Ne o, ne de ben o yıllarda değildik artık.
Onunla ilk tanıştığımızda da şimdikine benzer heyecanlar yaşamıştım. Daha ilkokul çağlarındaydık. Okul bitmiş, uzun, sıcak günlerin olduğu yaz tatili başlamıştı. Beyaz badanalı, kerpiç evimizin taş avlusunda, sıcaklar çökmeden annem ateşi yakmış, o dönem bilimkurgu filmlerindeki uzay gemilerini andıran sacın üzerinde ekmek pişiriyordu. Bense avlunun bir köşesindeki ağacın altında Rıfkı’yla oynamakla meşguldum. Bembeyaz tüyleri, ince uzun kulaklarıyla öyle sevimli bir tavşandı ki, zamanla onu içten içe kıskanacaktım.

Sıcaklardan iyice sararmış avlu kapısı açılıverdi birden. Gelen annemin yakın arkadaşı Fidan Teyze’ydi. Çizgi çizgi olmuş esmer kuru yüzü bakışlarındaki keskinliği daha da abartırdı. Giy-silerinin her yerini saran rengarenk çiçek motifleri, iri cüsseli bu teyzenin ciddi görüntüsünü zerre kadar yumuşatamazdı. Nasırlı elleriyle yanaklarımı sıkarken anneme doğru bakarak her defasında:
-Şadiye, maşallah, ne kadar da güzelleşiyor senin oğlan her geçen gün. Herhalde kocanı çok sevdiğin bir zamanda doğurmuşsun, diyerek, ciddi ciddi gülerdi. Sonra da nazar değmesin diye hafifçe tükürür, tekrar elleriyle silerdi yüzümü. Annem, şikayetlerimin ardından onun aslında çok iyi kalpli bir insan olduğunu, küçüklüğünden beri yaşamış olduğu acıların yüzünü katılaştırdığını söylerdi her defasında. İyi bir kadındı belki de ama Rıfkı’yla ben ona pek görünmek istemezdik.

Fidan Teyze’nin yanında güzel elbiseleri ve de tertemiz ayakkabıları olan iki çocuk duruyordu.

-Şadiye kolay gelsin, diye seslendi o gür sesiyle. Bizim kızın çocukları, birkaç hafta bende kalacaklar. Senin ufaklıkla arkadaşlık ederler diye düşündüm.

-İyi etmişsin. Gelin çocuklar gelin, durmayın öyle. Ben de ekmek yapıyordum. Birazdan şöyle bir kabak bükmesi yaparım, yanına da demli bir bardak çay.

-Hay sen çok yaşa Şadiye. Dur biraz sana yardım edeyim. Haydi çocuklar siz de kardeş kardeş oynayın.

Belki de Fidan Teyze’nin yanında tam bir ufaklık olarak duruyordum, nedense bu kez bu lafa pek aldırış etmemiştim. Çocuklardan uzun boylu, biraz irice olanın ismi Kadir’di. Simsiyah kıvırcık saçları vardı. Ablası ise ona göre daha kısaydı, ve birazcık da cılızdı. Uzun siyah dalgalı saçlarıyla öyle güzel tebessüm ediyordu ki, ilk elini uzatan da o olmuştu.

-Selam ben Esin.

Ardından da, az önce bir şeye sinirlenmiş tavrıyla kardeşi uzattı elini.
-Ben de Kadir.

Tam ismimi söyleyecekken Esin’in o ela gözleri parladı, birdenbire bir çığlık attı:

-Aman Allah’ım ne sevimli şey o öyle.
Günün geri kalan kısmını Esin, Rıfkı’yla geçirmişti. Top oynamaktan hoşlanmayan ben ise, bütün gün Kadir’i memnun edebilmek için eğleniyormuşum gibi yapmak zorunda kalmıştım. Ayrılırken Esin dönüp bana:

-Yarın sen de bize gel istersen. Ama Rıfkı’yı da getir, demişti.

Nedense o gün Fidan Teyze’yi acaba bir gün sevebilir miyim diye düşünmüştüm.

O günden sonra hep birlikteydik artık. Kadir top oynayabileceği yeni arkadaşlar bulmuştu. Ben de onunla sıkılmak zorunda kalmıyordum artık. Esin’le birlikte olmanın tadını çıkarıyordum bütün gün. Bazen, anneannesinin evinde şehirden getirdiği mandolinini çalardı. Özellikle “Samanyolu” adlı parçayı çok sevmiştim. Birkaç kez bana da çalmayı öğretmeye çalışmıştı ama bir türlü becerememiştim. Piyano çalmasını da biliyormuş. Müzik öğretmeni olan annesinden öğrenmiş. Evlerindeki kuyruksuz olan modellerdenmiş, ama ileride kuyruklu bir piyanoya sahip olmak en büyük hayaliymiş.

Bazı günler kasabanın tozlu yollarında boş boş gezerdik. O bana yaşadığı yerleri anlatırdı hep. Yüksek bir apartmanda yaşıyorlarmış, balkonundan görünen manzara şahaneymiş. Çok sevdiği kırmızı bir bisikleti varmış. Bir gün düşüp dizini yaralamış. O günden beridir de binmiyormuş. Canının çok yanıp yanmadığını sormuştum arka arkaya birkaç kez, nedense.

Ben ona geçtiğimiz yerlerdeki çiçeklerin, kuşların isimlerini öğretmeye çalışırdım. Hatta bazen bir ağaca tırmanır, yemiş toplar, gölgesinde afiyetle yerdik. Bazen de bakkal amcadan aldığımız cikletlerden çıkan manileri birbirimize okur, anlamlar çıkarmaya çalışırdık. Ben en çok bu oyunu severdim.

Bazı geceler ertesi gün yapacaklarımızı düşünmekten bir türlü kapanmazdı gözlerim. Kahvaltıda kızarmış gözlerimi farkeden annem hasta olup olmadığımı sorduğunda, birşeyim yok diyerek geçiştirirdim.
Günlerden bir gün, Fidan Teyze’nin, kiremitlerinin dansettiği, pencerelerindeki mavi demirliklerin, dökülmüş sıvaların akibetine yakalanmamak için ellerinden geldiğince birbirlerine tutundukları, tek katlı evinin önünde, filmlerdeki başrol oyuncularının kullandıkları türden bir araba duruyordu, güneşte parlayan tertemiz boyasıyla.

Esin yine her zamanki o sevimli tavrıyla karşılamıştı beni. Bu evde yalnız bir kadının yaşamakta olduğuna dair hiçbir ip ucu vermeyen eşyalarla dolu oturma odasına doğru yöneldik.

-Bak bu annem bu da babam.

-Anne, baba bu da Murat. Hani size bahsetmiştim ya, Şadiye Teyze’nin oğlu.

-Hoşgeldin çocuğum, gel buyur.

Esin güler yüzlülüğünü bu tatli sesin sahibinden almisti sanirım. Narin bakışlı, uzun düz saçlı, yuvarlak alınlı bu şık giyimli kadının yüzü öyle sevkat doluydu ki. Ona baktıkça Esin’i görüyordum.

-Gel oğlum çekinme, gel otur şöyle.

Bu tok sesli, uzunboylu, hafif göbekli, biraz seyrelmiş kıvırcık saçlı adama bakınca, acaba Kadir de o yaşlarda böyle mi görünecek sorusu aklımdan geçivermişti birden. Gümüş renkli geniş gözlüğü onun, önemli bir işle meşgul olduğunu daha görür görmez söyleyiveriyordu. Başarılı bir doktor olan babasını epeyce anlatmıştı Esin bana. Oysa hayalimde başka türlü canlandırmıştım onu. O güne kadar izlemiş olduğum bazı filmlerde işlenen doktor tiplemelerinden kaynaklanıyor olabilir miydi bu yanılgım?

Bir koltuğun ucuna yerleşmiştim. Bir süredir mutfakta olan, Kadir’le anneannesi oturma odasına gelmişlerdi. İlk kez Fidan Teyze’yi gördüğüme sevinmiştim. Bir ayağımı bir ayağımın üzerine koymuş, ellerimi çekingen bir tavırla kenetlemiştim. Kadir birden:

-Baba, Murat top oynamayı hiç sevmiyor. Zaten pek de beceremiyor, deyivermişti.

Biran kızardığımı hissetmiştim, acaba onlar da farketmişler miydi bunu? Neyse ki Esin imdadıma yetişmisti:

-Murat’ın çok sevimli bir tavşanı var adı da Rıfkı. Ayrıca Murat bütün çiçeklerin ismini de biliyor, kuşların da, diyerek konuyu değiştirmişti.

O gün Esin’in babası epeyce okulumla ilgilendi. En çok sevdiğim dersi sorunca, fen diye cevaplamıştım. Ardından da büyüyünce ne olmak istediğimi sormuştu. Hiç düşünmemiştim aslında o güne kadar ama birden:

-Doktor olmak istiyorum, demiştim. Sıkılgan bir tavırla Esin’e bakmış, o da gülümseyerek bu cevabımı beğendiğini belli etmişti.

-Aferin oğlum sana, diyerek elleriyle saçlarımı okşadı, Okan Amca. Acaba doktorların elleri hep böyle yumuşak mu oluyordu?

Nilüfer Teyze’nin annesiyle birlikte yapmış olduğu yemeklerden afiyetle yedik. Fidan Teyze’nin çay içme teklifine karşılık Okan Amca:

-Sağol anneciğim, biz gün batmadan yola çıkalım, diyerek karşılık verdi.

Duymak istemediğim ama her tarafima yavaş yavaş dağılan bir acıyı hissediyordum.

Valizler yüklenmişti. İlk gördüğümde bende hayranlık uyandırmış olan bu arabaya büyük bir kızgınlıkla bakıyordum. Beyaz en çok Rıfkı’ya yakışıyordu bence.

Kadir çoktan arabadaki yerini almıştı. Bir an önce gitmek için sabırsızlanıyordu. Esin’le önce sarıldık. Sonra da elinde tuttuğu defteri bana doğru uzatarak:
-Bana bol bol mektup yaz, olur mu? İlk sayfaya adresimizi yazdım, demişti.

Fazla birşey diyememiştim. Sanki boğazımı kocaman bir misket tıkamış, bir türlü yutamıyordum, dışarıya da atamıyordum. Okan Amca’yla Nilüfer Teyze’nin ellerini öptüm, gözyaşlarımın ellerine değmemesine dikkat ederek.Hepsi arabaya bindiler. Nöbet yerini ne pahasına olsun terketmeyen bir asker misali, yerimden hiç kımıldamamıştım, o beyaz renkli canavar gözden kayboluncaya kadar. Ayrılmak, böyle birşeydi demek.

-Gözleri yaşlı Fidan Teyze, diz çökerek sarılmıştı bana. Kendimi tutamamıştım. O gün Fidan Teyze’nin iyi kalpli bir insan olduğuna inandım.

Neyse ki mektuplaşıyorduk. Esin bol bol yaşadığı yerleri anlatıyor, birgün mutlaka gelmelisin diyordu. Her okul dönüşü anneme mektup gelip gelmediğini sorar, annem de alaycı bakışlarıyla:

-Oğlum istersen postaneye taşın derdi.

Babam ise okumakta olduğu gazetesinden başını kaldırıp:

Hanım uyma şu çocuğa. Adam aşık, olacak o kadar “ der ardından da ikisi birden basardı kahkahayı.

Sınavlara gece gündüz çalışırken, kazanacağım okuldan çok, şehirde Esin’e daha yakın olacağımı düşünür şevklenirdim.

Sonunda hayallerim gerçek olmuştu, yatılı okulda okumak üzere şehire gitmiştim. Haftasonları onlarda kalıyordum, eskisi kadar da sıkılgan değildim. Kadir ise benim birgün futbolu seveceğime dair umudunu çoktan kaybetmiş, bizi yalnız bırakıyordu. Rıfkı çoktan ayrılıp gitmişti aramızdan. Onun ismi, annesinin ve babasının doğumgününde Esin’e hediye olarak verdikleri, şirin beyaz köpekte yaşıyordu.
Yurttayken, biran önce haftasonu olması için dua ediyordum. Derslerde, onun ismini defterlerime, kitaplarıma yazmak, vazgeçilmesi neredeyse imkansız bir alışkanlık haline dönüşüvermişti. Birgün, ona karşı olan hislerimi aç ıklayacaktım. Birkaç kez denemişsem de cesaretimi bir türlü toplayamamıştım.

Yıllar öyle hızlıca akıp gidiyordu ki, ayrılıkların ve de kavuşmaların yaşandığı o eşsiz haftalar.

Üniversiteye giriş sınavları yaklaştıkça tedirginliğim de artıyordu. Ya ayrı şehirlerdeki üniversiteyi okumak zorunda kalırsak? Andaç için çektirmiş olduğu fotoğraflardan bir tanesini birgün gizlice alıvermiştim. Bu davranışıma sonra da pek bir anlam verememiştim. Yazdığım şiirleri, yurttaki odamda bilmem kaç kez dinlemek zorunda kalmış olan bu çalıntı hatıra her defasında, sevgi dolu bakardı bana. Ta ki o herşeyin alt üst olduğu güne kadar.

İlk kez Esin’in bana kızdığına şahit olmuştum. Böyle olacagini bilemezdim, istemeden oldu, cok üzgünüm, diyemedim. Kelimeler, gözyaşlarımla birlikte içime hapsolmuşlardı. Öfke dolu bakışlarıyla bir daha karşılaşmayacağım bir yerlerde gizlenmek, o andaki tek isteğimdi.

Onunla uzun yıllar sonra tekrar karşılaşmış olmak içimde derin bir sevinç uyandırmıştı birden. Birbirimize anlatacak çok şeylerimiz olmalıydı.
-Nasılsın Esin? Kaç yıl geçti aradan. Neler yapıyorsun anlatsana?

Hangi soru çok dokunmuştu ona bilemiyorum, “nasılsın” mı, yoksa “neler yapıyorsun” mu? Birkaç inci tanesi süzülmüştü yanaklarından. Ardından da hıçkırıklara boğulmuştu birden. Birbirine kenetlenmiş zarif elleri çözülmüştü, sarılmıştık.

Ağlamaklı birşeyler söylüyordu, birşeyler anlatmaya çalışıyordu. “Herşey bitti, bunca zaman sonra herşey bitti”. Ne kadar zaman olmuştu ona böylesine sarılmayalı, ne kadar da özlemiştim onu. Kalbim sadece kan dolaşımını yerine getirmekle yükümlü bir uzuv olmaktan çıkmış, çok hoş bir görevi daha olduğunu hatırlamıştı nice zaman sonra. O ne kadar ağladı ve ben ne kadar ağlamadım bilmiyorum.

Ela gözleri, o hayranlık uyandıran rengini kırmızılıklara bırakmıştı. İnce yuvarlak burnu, hafif şişkin yanakları al al olmuş, sevimli bir kız çocuğunun masumiyetine bürünmüştü. İçinden kağıt mendil aldığım çantam sevinmişti bir an. Hala bir işe yarıyor olmanın verdiği bir duyguydu bu sanırım.

-Sağol canım, ne kadar iyisin.

-Önemli değil. Anlatmak istersen dinlerim seni.

-Herşeye rağmen, bana karşı hala o kadar anlayışlısın ki.

Kağıt mendiller çoktan bitmişti, kalın örgülü kahverengi kazağının kolları kurutmaya çalışıyordu gözyaşlarını. Dışarılara daldı gitti gözleri, derince bir nefes aldı, hafif hıçkırıklı:

-Boşanıyoruz, dedi.

-Olamaz, inanmıyorum. Bunca yıllık beraberliğinizden sonra.

Sevincimi saklayabilmiş miydim acaba?

-Herşeyi bitirmeye karar vedik. Aldattı beni pis herif. Hem de en yakın arkadaşımla.

Ağlamaklı gözleri, yüzümdeki sevinci farketmesin diye bakışlarımı pencereye doğru çevirdim. Arkadaslarımın bilmem kaç kez, hayranlıkla anlattıkları, belleğime kazınmış düğün töreni yansıyordu pencerede. İki insan adım adım mutlu bir beraberliğe doğru ilerlerken, varlığımın vazgeçilmez bir parçasından kopuyordum yavaş yavaş. Yaşananlar ne kadar da iç içeymiş meğer. Bir yandan insanların dans ederek, şarkılar söylerek eğlendiği bir düğün merasimi. Bir yandan sessizce ve çaresizce yaşanan tek kişilik bir veda töreni
-Ne güzeldi okullu yıllar. İnsan yaşarken sahip olduğu güzelliklerin kıymetini bilmiyor. Umarım sana değer verecek, seni çok sevecek bir insanla hayatını birleştirirsin ve de mutlu olursun, demisti.

Yalnız kalmıştı seneler sonra. Ben de işim tarafindan terkedilmiştim. Elime bir fırsat geçmişti, onu tekrar kazanabilirdim. Beni harekete geçirecek o heyecanı neden hissedemiyordum ki şimdi?

Bir kez daha sarıldık, ve de yıllar önce yaptığımız gibi tekrar ayrıldık.

Dışarıya doğru baktım, onu son bir kez daha görebilirim umuduyla. Sanki kuş olup uçup gitmişti. Yapayalnız kalmıştım. Tanıdık bir duygu olmasına rağmen her defasında, içinde parçalanıp kaybolduğum bir boşluktu tum benligimi saran. Biran için şefkate ihtiyacım olduğunu sezen kışlık gri paltom, olabildiğince sarıvermişti beni. Lüks bir caddenin, gösterişli bir mağazasından koparıp kendi hayatıma katmıştım bir zaman önce. Benimle sefil bir hayat sürecek olmak. Bunu çok yadırgar mıydı?

Yavaş yavaş hareket eden trenin penceresinden içeriye sızan çamların hoş kokusu, ne kadar da huzur verici. Aynı dili konuşan irili ufaklı binalar serpiştirilmiş yemyeşil bir örtüye. Bir yerlerden bir yerlere çağlayıp duran, hayat dolu gençlik seli. Kulağıma ulaşan kuş seslerine, gitar çalan entel görünümlü gencin melodisi karışıyor. Ardından hayranlarının alkışları. Birisi arkadaşlarına heyecanlı heyecanlı birşeyler anlatıyor, arada sırada ellerini, kollarını da kullanarak. Ne kadar da hayat dolu, kıskanilacak kadar. Onu bu kadar çok heyecanlandıran konu ne olabilirdi ki acaba? Kaç seferdir sınavlarını alamadığı dersin kendisine zıt giden hocası, bir türlü kadir kıymet bilmeyen kız arkadaşının artık çekilmez hale gelen kaprisleri, insafsızca zam yapan ev sahibinin bitmek tükenmek bilmeyen para hırsı, türlü teknik hilelerle donatılmış bir filminin hikayesinden ziyade, göz kamaştıran ve de akıl karıştıran sahneleri. Hepsi de çok uzaklarda terkedilmiş vagonlar aslında.

-Biletiniz lütfen.
Sol cebimdeki kağıt parçasını uzattım, beni büyülemekte olan dışarıdaki hayat dolu dünyadan gözlerimi kısa bir an için bile çekmeden.

-Ne o evlat, oldukca uzaklara gitmeye niyetlenmişsin.

Kulaklarıma ulaşan bu ses, tanıdığım birisini anımsatmıştı bana. Hızlıca çevirdim başımı.

-Hulusi Hocam. Siz ha!

Arkaya taranmış, hafif beyaz saçları, uçları inceltilmiş, yukarıya doğru kıvrılan ince bıyıkları, tebessümü eksik olmayan geniş yüzü, hayat dolu gözleriyle karşımda duruyordu, yıllarını üniversiteye adamış bu sevecen insan, kucaklaşıp sarılmaya davet eden en babacan tavrıyla.

Sağ elimi omzuma koydu. Biraz önce dalgınlıkla ona vermiş olduğum fotoğrafı cam kenarındaki küçük masacığın üstüne bıraktı. Karşısındaki insanın ruh halini anlamaya istekli bir yüz ifadesiyle şöyle bir gözlerime baktı.

-Bu yolculuklar için çok gençsin evlat. önünde daha yıllar var. Hadi benim yaşımda olsan neyse. İnsan yaşlandıkça vagonlarının sayısı gittikçe artıyor. Emekli olduğumdan beri duramıyorum olduğum yerde.

-Hocam çok oluyor mu emekli olalı?

-Siz mezun olduktan kısa bir süre sonra okuldan ayrılmaya karar verdim. Zaten son dönemlerde öğrencilerin derslerime olan ilgisi epeyce azalmıştı. Ben de eskisi kadar heyecanla derse girmiyordum. Sanırım sahneden çekilmenin zamanı çoktan gelmişti de geçiyordu bile.

-Peki şimdi memnun musunuz hayatınızdan hocam?

-Memnun olmayıp da ne yapacağım. Artık kilometreyi doldurmak üzereyim.
Bir an durakladı sonra devam etti:

-Düşünmeye çok vakti oluyor insanın. Aslında hep neyi hayal etmişimdir biliyor musun?
-Neyi hocam?

-Gece gündüz trenlerde yolculuk etmeyi. Bir bilet kontrolorü olarak çalışsaydım daha çok mutlu olurdum herhalde. Düşünsene ne zevkli olurdu, bir yerlerden bir yerlere gitmek, değişik değişik insanların arasında.

-Gerçekten ister miydiniz?

-Hem de nasıl. Üniversitede ders verdiğim yıllarda aklıma birkaç fikir gelmişti. Örneğin koltukların arkasında, trenlerin tarihçelerini anlatan kitapçıklar bulundurmak. Boş bir zamanımda böyle bir örnek hazırlamıştım. Atılmamışsa eğer, oyuncak trenlerimin bulunduğu odanın bir köşesinde olması lazım.Ya da biletlerin seri numaralarından yola çıkarak, belli dönemlerde çekilişler yapıp, trenlerle ilgili hediyeler dağıtmak. Yetkililere bunlara benzer bazı fikirlerimi yazıp göndermiştim. Sanırım beni pek ciddiye almadılar.

-Belki meraklı bir yetkili zamanı geldiğinde önerilerinizi unutuldukları yerde bulur, ortaya çıkarır, ve de hayata geçirir.

-Kim bilir evlat, belki de kim bilir…Neyse anlat anlat bitmez. Ben en iyisi yoluma devam edeyim.

-Hocam sizinle bunca zaman sonra karşılaştığımıza çok sevindim.

-Ben de evlat ben de. Bakarsın yine bir gün karşılaşırız, başka bir vagonda.
Ne tuhaf, bana mesleğini çok seviyormuş gibi gelirdi. En azından derslerini anlatırkenki tavrı öyleydi. Kimse derslerini ciddiye almıyordu. Bense dersi dinliyormuş gibi görünüp, Esin’in olduğu alemlerde dolaşıyordum.

Bir keresinde bana doğru yaklaşarak:

-Derslerimi dinleyen tek bir kişi bile olsa, anlatmaya devam edeceğim, demişti, bütün sınıfın iyice azıttığı, moralinin oldukça bozuk olduğu bir anda. Son sınavda en yüksek notu aldığımda da, hafif alaycı gözlerle sınıftakilere doğru bakarak:

-Gördünüz mü, dersi takip eden belli oluyor, demişti.

Kopya cektigimi bilen arkadaslarım basmışlardı kahkahayı ardından.

Ağır ağır hareket etmekte olan treni görünce geçmişlerini özlemle hatırlamışlar mıydı bilmiyorum. Başı sonu belli olmayan bu meydanda, kendilerine hiç de yakışmayan bir sessizliğin içine gömülüp kalmışlardı, büyük çarpışmaların yaşandığı bir savaş sonrası sessizliğine. Yan yana dizilmiş, üst üste yığılmış bu cansız varlıkların arasında gizlice gezinen, zaman zaman sallanan bir ağaç dalında, ya da yükselen bir toz bulutunda kendini belli eden rüzgar, bir ağıt gibi derin ve de dokunaklı. Son bir kez tüm güçlerini toplayıp arkamızdan gelmek istiyorlardı sanki. Onları bir arada tutan, sırf mesaisini doldurmaya çalışan bir bekçinin tavrındaki tel örgüler, onlara karşı hiç direnmeyeceklermiş gibi duruyorlardı. Ne kadar uğraşsa da hiçbir zaman hedefine ulaşamayacağını bilen birisinin çaresizliği bulaşmıştı, çoktan sönmüş olan kırık dökük farlarına. Yine de herşey bitmiş değildi. En azından birkaç afacanın oyunlarına mekan oluyorlardı. Bu kırık dökük arabaların arasında saklambaç oynamak ne kadar da zevkli olurdu ama… Onların arasına karışsam. Sorumluluklarımdan sıyrılıp tekrar çocuk olsam. Düşünmesem sadece duygulansam. Lacivert arabanın içindeki afacanlar nereye gitmeye hazırlanıyorlar bilmiyorum. Ama ben olsam masallardaki ülkelere giderdim, aracın önünde dikelmekte olan çocuğu da ikna ederek. Sanki o hep burada yaşamış gibi. Zamanla arabaların rengi üzerine bulaşmış, birbirine karışmış. Elindeki sopayla, önünde duran lacivert renkli metal kutuya amaçsızca vuran çocuk, sanki izlendiğinin farkında. Bana doğru bakıyor bir an. Uzaklaştıkça, şiddeti gittikçe artan sesler ulaşıyor kulağıma, öfkenin karıştığı sesler.

Sağı solu delirmişçesine yumruklayan kişi, kapının açıldığını farkedince, hızlıca vagonu terk etti, bir bacağını tam olarak kullanamamasına rağmen. Belli ki korkutmuştum onu. Oysa biraz meraktan, biraz da yardım edebilme isteğimdendi onu rahatsız edişim.

Kapılar açıldı kapılar kapandı. Boş koltukların rahatça yolculuk ettikleri vagonlardan akıp geçtik, onların rahatını bozarak. Gittikçe yorulan bacaklarım için belki de saklambaç oynamak daha uygun olurdu. Son kapı açıldı, son kapı kapandı. Kalp atışlarını duyuyordum, nefes alıp verişini. Ter kokusu karışmıştı, hızlıca ciğerlerimize çekip bıraktığımız havaya.

Yavaşça geriye dönen yabancı, sonunda sessizliğini bozmuştu:

-Bırak artık peşimi, çık git hayatımdan.

-Kadir…

Yüzündeki ifade öyle yerleşmişti ki hafızama, yıllar boyu terketmeyecekti beni. Yüreğindeki kırgınlık ve de kızgınlık ağır gelmeye başlamıştı, bütün vücuduna. Öfkenin resmini yapmam istenseydi şayet, sadece onun gözlerini kağıda işlemem yeterli olurdu sanırım. Bir zamanlar dostça selamlaşmalarımıza ve kucaklaşmalarımıza tanıklık etmiş olan elleri yumruk olmuş, sanki parmaklarının arasında ben eziliyordum:

- Neden seni hatırlayıp duruyorum ki ben? Seninle karşılaşmak zorunda mıyım hep?

-Kadir ne olur böyle söyleme, çok üzülüyorum.

-Üzülmek ha! Sen bilir misin üzülmenin ne olduğunu? Herkesten kaçmanın, geçmişle yaşamanın, insanın içini kemirip duran o yalnızlığın ne olduğunu?
-Ben de çok yalnızım Kadir. Hem de tahmin edemiyecegin kadar çok.

-Sus, seni duymak istemiyorum. Hepiniz ne güzel sınavları kazanıp üniversitelere gittiniz. Ya ben? Bütün hayallerim suya düştü. Futbol hayatım da. Dost sandığım sizler bir kerecik bile olsun arayıp sormadınız beni. Öyle ya, yeni yaşamlarınızda eskilere ne gerek vardı ki?

Ne dese haklıydı. Çok yoğundum. Hep aramayı düşündüm ama fırsat olmadı. Böyle diyemezdim, sustum. Zaten uzun olan boyu, daha da uzamaya başlamışıi sanki. Kıvırcık gece siyahı saçları gittikçe gürleşiyor, gözleri iyice incelip kararıyor, rengi iyice atmış beyaz yuvarlak yüzü, genişledikçe geriliyor, hala kuvvetli görünen elleri iyice irileşiyordu. Belki de sadece ben küçülüyordum bu öfkeli bakışların altında.

Beni dinlemek istemeyen kırgın ve de kızgın dostumun bu halini görmeye dayanamıyordum artık. Gözlerimi kapadım bütün gücümle, tekrar açılsınlar istemiyordum. Sesler dolaşıyordu etrafımda. Birbirinin içine girmiş konuşmalar.

Amcam yine her zamanki gibi öğütler veriyordu. Ama bu kez lacivert arabasını vermeye ikna etmiştim. Çok sevinçliydim. Dinlemiyordum onu, hayaller kuruyordum.

Esin babasının ne kadar hızlı araba kullandığını anlatıyordu zaman zaman hayranlıkla. Onu büyük bir heyecanla dinliyordum hep, seviyordum.
Kadir neden ciddi görüntüsüyle her teklifime karşı çıkardı? “ Bu fırsat bir daha elimize geçmez ” deyişim içime tam olarak sinmemişti ama. Heyecanlıydım.

Kadir Esin’e ne kadar süratli araba kullandığımı anlattıkça hayranlığı artacaktı bana. Hızlandıkça, aşkına, ona daha da yakınlaşacağımı hissediyordum. Her dönemecin ardında onu bulacağımı hayal ediyordum. Ve son dönemeç. Heyecanlarımızın korkuya dönüştüğü an. Arabayla birlikte savrulan geleceklerimiz.

Kadir’in koltuk değnekleriyle futbol yaşamına veda edişi.
Esin’in öfke dolu bakışlarından, sözlerinden kaçışım, saklanışım.

Birbirinden parça parça kopan gelecekler.

O gün belki de sadece saklambaç oynamalıydık.

Kapı kapandı, gözlerimi açtım. Avazım çıktığınca bağırdım:

-Arayacağım seni. Hem de en kısa zamanda. Söz veriyorum.

Bu sefer duymuş muydu beni?

Her yer karardı birden, sonra ışıklar yandı. Bir dağı delip geçiyorduk anlaşılan.
Camda görünen babamın aksiydi; kahverengi, ince sarı çizgili takım elbisesi, dedemden kalma cep saatinin, yeleğinin cebinden sarkan gümüs zinciri, yanından hiç ayırmadığı siyah taşlı tesbihi, biraz ak düşmüş hafif dağınık saçları, yine o çok düşünceli dalgın esmer yüzü.

Hep merak etmişimdir neler düşündüğünü, o derin bakan gözlerinin gerisinde saklı duran dünyaları soramadım hiç. “Oku adam ol, bizler gibi sürünme”, deyişin hala kulaklarımda. Herşeyin bittiğini sandığım zamanlarda, elini omuzuma koyup, “Evlat söyle bakalım, bugüne kadar azmin elinden kurtulan olmuş mu?” diye soruşun, ardından da çok sevdiğin bir eşyayı hediye edişin.

Bir keresinde dalgın dalgın oturduğumu farkedip yanıma gelmiştin. “ Aşk zaman zaman konuşamamaktır, uzaklara dalıp için için düsünmektir. Bazen dilin söylemeye cesaret edemediğini, güzel bir mektup anlatıverir ” demiştin.

Cesaretsizliğimin tek şahidi dolma kalemin hala yanımda. Duygularımı açıkca yazıya dökmüş olsaydım…
Bu kasabada doğdum, Allah bilir ya bu kasabada da öleceğim. Sen kurtar kendini” deyişin hala zihnimde canlı. Mezun oluşumu görmeyi ne kadar da arzu etmiştin.
Keşke şu an elini omuzuma koyup, beni yüreklendirecek birkaç söz söyleyebilseydin.

Güneş olabildiğince doldurmuştu vagonun her bir köşesini, içim ısınmıştı. Yemyeşil tarlaların arasından ilerliyorduk; biraz oyalanıp, etrafindaki güzelliklerin herbirine uğramak isteyen bir dere misali. Artık ihtiyaçları olmayan kardan şapkalarını çoktan çıkarmış olan dağları bulutlar gizleyemez olmuştu, heybetli cüsseleriyle yükseliyolardı karşıda. Önlerine, sarının ve de yeşilin tonlarının birbirine karıştığı ovaya tek tük evler serpiştirilmiş, birkaç ağaçla birlikte. Bahçenin birinde, bir çınarın gölgesinde, ahşap sandalyede oturup çay içmek, uzun uzun hayallere dalıp. Dışarıya uzattığım başımı okşayan rüzgar ne kadar da şefkat dolu. İlkbahar gelmiş, duyuyorum sabırsızca açmakta olan çiçekleri. Nice zaman sonra geriye dönmüş olan göçmen kuşlara takıldı gözlerim, gökyüzündeki sevinç dolu kanat çırpınışlarına ve de huzur dolu süzülüşlerine.

Birbirine iyice sokulmuş, kalın siyah harfleri bir arada tutmaya zorlanan kara şeritli beyaz levha, asılı durduğu duvarı işgal etmeye çalışmasa, belki de buranın bir istasyon olduğunu farkedemeden devam edip gidecektik. Ama neyse ki durmuştuk, telaşlı ve de gürültülü kalabalığın arasından geçerek. Beni mi karşılamaya gelmişlerdi yoksa?

Kimseler farketmemişti trenden inişimi. Demek ki unutulmuştum. Niye yadırgıyordum ki bunu, aradan bunca zaman geçmiş. Anne babalarıyla dikelmekte olan şık giyimli çocukların yanına birer çanta konuçlanmıştı. Bir gelenektir aslında, kasaba dışına gidilirken en güzel elbiseler giyilir. Çocukların yüzlerinde tarif edilemeyecek cinsinden bir heyecan var. Biraz da tedirginler. Annelerinin çoğunun bir eli çocuklarının başında, bir eli mendilli, gözlerinde. Babalar aynı ritmi tutturmuşlar, ciğerlerinin en derin köşelerine kadar inmiş olan dumanı bulutlara ulaştırmaya çalışıyorlar. Ara sıra birbirleriyle konuşuyorlar, heyecanlarını belli etmemek için olağanüstü bir çaba sarfediyorlar. Çoğunu tanıyorum bu insanların. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hiç yaşlanmamışlar. Sanırım doğal hayatın nimetleri bunlar. Şehrin, insanı her geçen gün azar azar eritip yok eden o stresli günlerinden çok uzakta buralar. Çalar saatlerin horoz, rengarenk bahçeleriyle her ev sahibinin birer manav olduğu yerler.

Birazcık ileride, yere diz çökmüş olan sakin tavırlı, şık giyimli kadın, sırtı hafif bana dönük olan mavi takım elbiseli küçüğün elinden tutmuş bir şeyler anlatmakta. Yavaş adımlarla ve de meraklı bakışlarla birazcık daha yaklaştım onlara doğru.

Kumral yüzüne değen güneş, hafifçe dalgalanan düz uzun saçlarında yansıyor, binlerce parıltıya dönüşüp etrafa saçılıyordu adeta. İnsana huzur veren bu sesin sahibi, daha iyi yerlere gelebilmemiz için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış olan ilkokul öğretmenimiz Münevver Hanımdı.

Heyecandan yerinde durmakta zorlanan ufaklık, öğretmeninin elinden kurtulsa biran için, uçup gidiverecekmiş gibi.

-Öğretmenim, annem geç kalmaz değil mi?

-Merak etme oğlum, birazdan gelir. Sakin ol, heyecanlanma.

-Öğretmenim korkuyorum, ya bu sınavı kazanamazsam.

-Düşündüğün şeye bak. Sen elinden geleni yaptın. Dünyanin sonu değil ya. Kaygılanma bu kadar.

-Uğraşıyorum ama olmuyor bir türlü öğretmenim.

-Biliyorum yavrum, biliyorum, kolay değil.

Başını yere doğru eğdi. Çok duygulanmıştı sanırım.

-Oğlum bak, poğaçaları yetiştirdim sana.
Öğretmeninin ellerinden sıyrılan mavi takım elbiseli küçük, birden geriye döndü annesinin kollarına atılıverdi.

-Oğlum benim. Bak gördün mü hemen gidip geldim. Evden çıkarken kapının arkasında unutmuşuz torbayı. Yolda arkadaşlarınla birlikte yersin. Bu yeşil torbadakiler Esin’in. Şehire vardığında ona verirsin, olur mu?

-Tamam anneciğim, olur.

Acı acı bağıran trenin sesi yankılandı heryerde. Son bir kez daha sarıldılar, ağlamaklı.

Mesut Balık

 (Oda Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır)