1 Aralık 2012 Cumartesi

UZAKLARDA


Korna sesi ve ardından yaşanan o tatlı telaş.
“Oğlum koşturma, yavaş!”
“Tamam anne”
Merdivenlerden inerken hep böyle seslenir arkamdan. Düşüp bir yerimi kıracağımdan korkuyor. Tuh yine unuttum. Dış kapıyı yavaş örtecektim.
“Günaydın Kara Murat”
“Günaydın dayı.”
Bu kapıyı açarken çok heyecanlanıyorum. Kapatırken de biraz korkuyorum. Sanki bir yerine zarar verecekmişim gibi geliyor bana.
“Nasılsın bakalım?”
“İyiyim. Ya sen? “
“Ben de iyiyim ufaklık. Sarı Fırtına'yla esip duruyoruz.”
“Sesi düzelmiş”
“Hasan Usta'nın marifeti. Dün akşam epey uğraştı ama”
Annem, sabah sabah karda kışta üşenmiyorsun, diye söyleniyor dayıma. Okula yürüyerek de gidip gelebilirmişim. Ne gerek varmış bunca zahmete. Şımartıyormuş beni. O da, ne farkeder, diye karşılık veriyor, yolumun üstü nasıl olsa...Bir tanecik yeğenimiz var, ara sıra şımartacağız tabii... Annem itiraz edemiyor, dayım tatlı tatlı gülümsüyor. Sonra bana göz kırpıyor.
“Babam söz verdi, karnem iyi olursa bana yeni ceket alacak.”
“Yakışır Kara Murat'a”
Siyah olur ama deri olmaz, dedi babam. Buzdolabının taksiti bitmemiş daha. Yarı yıl tatili çabuk olsa. O zamana kadar saçlarım da uzar biraz. Dayımınkiler gibi kıvırcık olsalardı... Ceketimin yakasını kaldırırıp sokaklarda dolaşacağım. Onun kösele ayakkabılarından ben de istesem bizimkiler bana güler mi acaba?
“Öğretmenlerinin anlattıklarını iyi dinle, arkadaşlarına uyup yaramazlık yapma sakın.”
“Tamam yapmam merak etme. Annem, dayın akşama yemeğe bize gelsin, dediydi.”
“Aksama görüşürüz o zaman.”
Sarı Fırtına'nın sesi çok güzel. Motoru pek güçlüymüş, öyle söyledi dayım. Arkadaşlarım da çok beğeniyor. Diğer sınıftakiler beni zengin sanıyormuş. Geçen gün matematik dersinde Ahmet fısıldadı kulağıma. Güldüm. Öğretmenim kızdı.
*
Köprülerin üzerinden uçuyorum. Dayım söz verdi, yarı yıl tatilinde beni gezdirecek. Birlikte karşıya gidecekmişiz. Güzelmiş oraları, ben bilmiyorum. Köprüden geçecekmişiz. Oradan boğazın manzarası harikaymış. Eve dönerken de diğer köprüyü kullanacakmışız. Karanlıkta ışıl ışıl parlayan rengarenk ışıkları var. Babam haberleri izlerken görmüştüm.
“Muraaat. Haydi yemek yiyeceğiz.”
“Tamam anne, geliyorum.”
Ne yazık ki geri dönmemiz gerekiyor Sarı Fırtına. Oysa seninle daha nerelere gidecektik.
Annem, evde bir can yoldaşı iyi olur, diyor. Ortaokulu bitirdiğinde doğmuş dayım. Anneannem sonraları çok hasta olmuş. Dedem çalışıyormuş. Annem dayıma da bakmış. Birbirlerini çok seviyorlar. Bazen kıskanıyorum onları. Ama belli etmemeye çalışıyorum. Baba ocağının dumanı tütmeye devam edecek, diye seviniyor annem. Kadınsız ev olmazmış.
“Çay içseydin, öyle çıksaydın”, diyor annem.
“Taksi durağına uğradığımda arkadaşlarla içerim abla”, diyor dayım.
“Çok çalışıyorsun, Allah korusun hasta olacaksın...”
“Biliyorum ama ne yapayım? Masrafların ardı arkası kesilmiyor”, diyor.
“Hayırlısıyla şu düğün telaşını bir atlatsaydık...”
*
Kapı açılmıyor. Okul çantamı yere bırakıp bütün gücümle yükleniyorum, olmuyor. “Dayıcığım, ben geldim, açsana kapıyı” diyorum hiç kıpırdamıyor. Tatlı tatlı uyuyor. Gece gündüz sağa sola gitmekten yoruluyor biliyorum. Bazı müşteriler uzaklara gitmek istermiş. O zaman iyi para kazanıyormuş. Adını unuttum. İki koltuğun arasındaki siyah kutucuk ödenmesi gereken miktarı gösteriyormuş. Nasıl da parlıyor ekranındaki rakamlar, al al. Aniden erimeye başlıyorlar, birbirlerine karışıp her yöne doğru akıyorlar. Camlar kırmızıya boyanıyor. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, dayıcığım uyan n'olursun, diye. Ama beni duymuyor.
“Korkma yavrum.”
Anneme sım sıkı sarılıyorum.
“Terlemişsin”diyor, “üstünü değistirelim”
“Dayım nerde?” diye soruyorum.
“Gece işine çıktı, unuttun mu?”
Onun da yüzünde bir tedirginlik. Atletimi giydiriyor, titriyorum.
Kaç gündür okula yürüyerek gidiyorum. Arkadaşlarım Sarı Fırtına nerede, diye soruyorlar. Uzaklara gitti, diyorum. Annem bana öyle söyledi. Dayım uzaklardaymış. Beni bırakıp gitmez, dedim, birlikte karşıya geçecektik, söz verdi bana, gezecektik... Annemin gözleri doluyor. Odama kaçıyorum.
Evimize çok misafir geldi. Babam komşularımızdan sandalyeler getirdi. İnsanların bakışları canımı acıtıyor. Kimseden çıt çıkmıyor. Birşeyler düşünüp duruyorlar. Bazen de konuşuyorlar. Çocuğa malum olmuş, diyor teyzelerden birisi. Annemin yüzü solgun. Rüyamı kimseye anlatma demiştim oysa. Unuttu galiba. İnsanda akıl mı bırakıyorlar, der hep birşeyi unutunca. Kimselere güvenilecek gibi değilmiş, haberleri izleyen dışarıya çıkmaktan korkacakmış. Odadakiler hep birlikte, haklısın kardeş, deyip tekrar susuyorlar. Pek de gençti, diyor saçlarımı okşayan bir başkası. Dayısı çok düşkündü Murat'a, diye fısıldıyor annem. Ben yine ağlıyorum.

Sarı Fırtına evimizin önünde. Güneş gibi parlıyor, kışın ortasında. Olanca gücümle koşmaya başlıyorum. Annem kızacak yine; kaç kere tembih ettim, acele etme diye, terliyorsun sonra hastalanıyorsun... Olsun, dayım ilaç alır bana. Hem Kara Murat dediğin hızlı olurmuş. Öyle derdi hep.
“Oğlum yavaş, düşeceksin”
Tanımadığım birisi saçlarımı okşamaya çalışıyor. Babamın arkasına saklanıyorum.
“Maşallah, pek tatlıymış. Adın ne bakayım senin?”
Cevap vermiyorum.
“Murat. Utangaçtır biraz. Kusuruna bakmayın.”
“Çocuktur, olacak o kadar.”
Bu amcayı hiç sevmedim. Gözleri ve elleri sürekli Sarı Fırtına'nın üstünde. Dayıcığım nerdesin? Haydi çık gel. Kurtar bizi bu adamdan.
Babamla el sıkıştılar.
“Hayırlı uğurlu olsun. Allah kazasız belasız kullanmak nasip etsin inşallah”
“Teşekkür ederim”
Bana da uzatıyor elini. İyice gizleniyorum.
Adam, dayımın koltuğuna yerleşti, kapıyı da hızlıca kapattı. Sürekli gülümseyip duruyor. Avuçlarımı sıkıyorum. Sarı Fırtına'nın sesi pek cılız. İstemeye istemeye hareket ediyor, uzaklaşıp kayboluyor. Olanca gücümle koşarak merdivenleri çıkıyorum. Ne oldu yavrum, diye soruyor annem, cevap veremiyorum.

Mesut Balık

 (www.edebistan.com'da yayınlanmıştır)

1 Kasım 2012 Perşembe

PENCEREDEN


Durdu ve cebinden anahtarlarını çıkardı. Ne vakittir buna alışamamıştı. Oysa merdivenleri çıkarken kapı çoktan aralanmış olurdu. Yüreğine hoş bir sıcaklık dolardı. Bir bekleyeninin varlığını düşünmek. Dönerken yollar nasıl da kısalırdı. Tozla kaplanmış ayakkabıların yerini, rengi soluk terliklere hızlıca bırakışı. Kaç yıldır sahibinden ayrılmayan pardösünün, askılıkları sallanan vestiyere emanet edilişi. Korkuyla sevincin garip birlikteliği.
Anneciğim, ben geldim”
Sessizlik. Kısacık bir anda gözünün önünde beliriveren acıya bulanmış bir tablo. “Anneciğim iyi misin?”
Telaşla yatak odasına doğru seğirtti.
Kapının eşiğinde göz göze geldiler. Uykudan yenice uyanmış. Her şeye rağmen hayat dolu bakışları.
Uyandırdım mı seni?”
İçim geçmiş biraz kızım. Hoşgeldin. Nasıl geçti günün?”
Birbirlerine hasretle sarıldılar. Görüşmeyeli yıllar olmuş gibi. Filiz'in bir an için bile annesini bırakmak istemeyişi. Her geçen gün kollarının arasında artan boşluğun ağırlığı.
Genç kız yatağın başucundaki ahşap sandalyeye oturdu. Rahatı kaçmışçasına yine garip garip iniltiler çıkardı. Filiz iş yerinde olup bitenlerden bahsetti. Yurtdışından büyük bir sipariş almışlar. Vakitleri darmış. Fazla mesai yapmaları gerekiyormuş. Patronları işçilerine havlu ve bornozlardan birer çift hediye edecekmiş. Yumuşacıklarmış, annesinin teni gibi.
Ben kendime pembe olanlarından seçeceğim. Seninkiler nasıl olsun?”
Benimkiler de beyaz olsun” genç bir kızın coşkusunun ses tonuna sinişi.
Filiz bir an durgunlaştı. Duvarlar gelip dört bir yanını kuşattı. Hemşirelerin sus işaretli fotoğraflarına asılı kaldı bakışları. Hücum eden beyazın başka başka çağrışımları. Yine o garip sessizlik. Nefesi kesilir gibi oldu. Annesinin, ciğerlerini yırtarcasına acı acı öksürüşü.
Bardağını doldurup geleyim hemen”
Gitmesiyle gelmesi bir oldu, Odaya geri döndüğünde umut dolu bakışlarla karşılandı. Kalbinde garip bir sızı.
Sağol canım”
İlaçlarını aldın değil mi?”
Aldım kızım aldım. Fakat çok uyku yapıyor. Neredeyse tüm gün yatağımdan çıkamıyorum”
Kızının olduğu vakitlerde gözünü bile kırpmak istemiyordu. Daha imkan varken onunla doya doya sohbet etmek, ona sarılmak, onu koklamak...
Olsun. Doktor bey ne dedi? Bol bol dinlenmen gerek”
Bardağı, cilası aşınmış komodinin üzerine bıraktı. Yastığı ve yorganı düzeltti.
Sağol bir tanem. Yorgun argın işten geliyorsun, bir de benimle ilgilenmek zorunda kalıyorsun”
Lafı mı olur anneciğim?”
Sokaktan gelen bağrış çağrış sesleri. Kanadı açık pencereye yöneldi. Okul dönüşü çocuklar, itiş kakış evlerinin yolunu tutmuşlar. Bir süre onları izledi. Aralarına karıştı, ellerinden tuttu, onlarla koştu, kimilerine sarıldı, narin birer çiçekmişçesine doyasıya kokladı. Hayalinin yarımlığı yine onunla tamamlandı. Elinde kalın kitaplarıyla dalgın dalgın evlerinin önünden geçip gidişi. Her defasında pencerenin gerisinde; kavuşmanın, ayrılmanın, umudun, korkunun, sevmenin, çaresizliğin giriftliğinde kayboluşu.
Nebahat Hanım ugradıydı. O açmıştı. Kapat istersen. Hava serinledi gibi”
Rüzgar esti, siyah siyah dalgalar yatağına değdi. Daha düne kadar onun da böyle upuzun saçları vardı.
Sana çok selamı var. Pek neşeliydi. Yavuz'a kız istemeye gitmişler. Yakında nişanları olacakmış. Filiz gelmemezlik etmesin diyor”
Bak sen şu bizim Yavuz'a! Ne yere bakan yürek yakanmış”
Hayalkırıklığı. Saklanması kolay olmayan.
Fakülteden tanışıyorlarmış. Diplomalarını alınca da düğün yapacaklarmış”
Yıllar ne çabuk geride kalmıştı. Daha dün gibi birlikte ilkokula gidişleri. Bazen bir abi gibi kollardı. Babası rahmetli olmasaydı belki liseye de birlikte giderlerdi. Ve belki de...
Ayrılık. Bir hayalden bile olsa ne zor.
Nebahat Hanım bir şey daha çıtlattı”
Anlatmaya, nereden başlayacağını bilememenin tedirginliği solgun yüzünde.
Filiz annesini yüreklendiren bir edayla:
Neler kaynattınız aranızda bakalım?” diye sordu.
Annesi bardağından birkaç yudum aldı, kelimeleri özenle seçmeye başladı:
Bilirsin Nebahet Teyzen seni kızı gibi sever. Yavuz'un sözlüsünün bir abisi varmış. Dünürcülüğe gittiklerinde tanışmışlar. Pek efendi birine benziyor diye bahsetti. Ağzını yoklamış, bekarmış. Hali vakti de yerindeymiş. Bir konfeksiyon dükkanı işletiyormuş.”
Sevilen. Bir başkasıyla değiştirilemeyen.
Ne o Hayriye Hanım. Galiba beni başından atmak istiyorsun”
Şakayla karışık söylenmiş bu söze annesi yine de ciddiyetle karşılık verdi:
Olur mu kızım, o nasıl söz. Sabahları senden ayrılmak ne zor bir bilsen. Akşamları kulağım kapıda oluyor.
Artık pencereden yolunu gözleyememenin burukluğu.
Arkadaşların gibi sen de yuvanı kursan, mutlu olsan. Yarına çıkacağımı Allah bilir. Gözlerim kapanmadan mürrüvetini görsem. Sonra bu şehirde tek başına ne yaparsın?”
Filiz bir daha bırakmamak istercesine annesine sarıldı. Yaşananlara tanık eşyalar alacakaranlıkta silinmeye yüz tuttu. Hüzünler sürüklendi gözyaşlarıyla.
Seni üzmek istememiştim. Özür dilerim kızım.”
Bir süreliğine kaybolunan sükut. Ardından ağlamaklı bir ses, sevgi dolu:
Önemli değil anneciğim. Hislendim birden. Ortalık da kararmış.”
Abacurun cılız ışığı titredi donuk yüzünde. Ağır adımlarla pencereye doğru yürüdü. Karanlıkta sert çizgileri kaybolmuş evler esrarengiz bir dekora dönüşmüştü. Sokak lambalarının arasından tam olamamış hayali bir kez daha belirdi. Sonra bir gölge gibi usul usul önünden geçip gitti. Genç kız pencereden bir süre öylece bakakaldı. Ardından yavaşça perdeleri kapattı.

Mesut Balık

 (www.edebistan.com'da yayınlanmıştır)

30 Eylül 2012 Pazar

YAŞLI ÇINARIN TÜRKÜSÜ


 Sessizlik, uçsuz bucaksız bir ova. İnsanı yutup yok edecek bir boşluğun habercisi. Rüzgar esse, dallar oynaşsa, bir çıtırtının ardından kuşlar havalansa... Ağırlık... Üzerimize serilmiş kurşuni gökyüzü...

-söylesene Dagaç.

Şimdi biri beni görse ne düşünür acaba? “Söylesene ihtiyar” dediğinde ben de onu yadırgamamış mıydım? Sağıma soluma bakmış kimseleri görememiştim. Kim bilir belki de bir akranının hayali gözünün önünden geçivermişti. Avurtları çökük ince yüzünde tebessümün canlılığı. “İki ihtiyar birbirimizin gövdesine yaslanıp yoldaş oluyoruz. Ben anlatırım o dinler, o anlatır ben dinlerim.” Yeşile bezenmiş kollarını başımıza doğru uzatmış, saçlarımıza dokunuvermistin. Küçük bir çocuğun neşesi, deniz enginliğinde.

-anlatsana Dagaç.

Çehremde can kulağı ile dinlediğimin delili bir ifade. “Bizimkisi çok şey görmüş geçirmiştir. Küçükken annemler tarlada çalışırken ben Dagaç'la oynarmışım. O zamanlar daha ağaç diyemiyormuşum. Sonra büyüdük delikanlılık çağlarına ulaştık. O yaşlara gelinir de gönülde sevda olmaz mı? Sevdiceğimle birlikte bu çınarın altında buluşurduk. Hatta bir keresinde salıngaç bile kurmuştuk. Onunla birlikteyken ne çabuk geçerdi zaman. Evlendik, çoluk çocuğa karıştık. Bu sefer rahmetliyle tarlada çalışırken kızlarımız, ogullarımız bizimkinin gölgesinde oyalanır oldu. Derken yıllar akarsular misali çağlayıp gitti. Evlatlarım çalışmama izin vermiyorlar artık. Ben de bizim ihtiyarla birlikte böyle vakit geçiriyorum işte.”

-değil mi Dagaç?

Can dostum o ilkbahar sabahı “bizim köye gidip sınav yorgunluğumuzu atalım” diye teklif etmeseydi, şehrin surlarından kurtulamayacaktım ve bilmeyecektim; evleri topraktan mütevazı insanların yaşadığı bu yeri, güneşin rengine boyanmış ovayı, kocaman dalgaların donmuş halini andıran dağları, beyaz bulutcuklarla bezenmiş gökyüzünü. Biricik gönüldaşım her zamanki çekingenliğimi farkedip ısrar etmeseydi, caddelerin kalabalığından kaçamayacaktım ve tanımayacaktım; heryeri kaplamak istercesine maviye uzanmış bu çınar ağacını ve gölgesinde çay içmeye davet etmiş olan o güzel insanı. Birisi tarafından farkedilmek ve bilinmek ne güzel.

-garip Dagaç

İnsanın yüreğindeki merhamet duygusunu kabartan bir yüz ifadesiyle “Herkes bunadığımı düşünüyor. 'ağaç ile sohbet edilir mi?' diye dalga geçiyorlar. Onlar dinlemesini bilmiyorsa ben ne yapayım?” demişti. Anlıyorum der gibi bakmıştım sanırım, elimde bir bardak çay, sıcak bir günde dışarıda olmanın tadını çıkarırken. “Sadece ağaçlar mı? Dinlemesini bilene toprak, yağmur, rüzgar...hepsi birşeyler anlatır.” diye devam etmişti, güneşin parlaklığı gözlerinde. Hareketlenen yapraklarının arasından konuştuklarımıza hoş bir seda karışıvermişti.

-dost Dagaç

Çayından bir yudum daha alıp sana çevirmişti yüzünü. “Bizim ihtiyari pek severim. Bir gün görmesem içim rahat etmez. Bazen ona doya doya sarılırım. İçimin sıkıntısı akar gider. Hele baharda yeşilliğe bürünüşü yok mu? Onu bu halde görünce küçük bir çocuk gibi sevinir etrafında dört dönerim. O olmasaydı ne yapardım bilmem.”

-hatırladın mı Dagaç?

Birden bire rüzgar esti, dallar sallandı, bir çıtırtı, ardından kuşlar gökyüzüne kanat vurdu. Renkler cisimlerini terketme telaşında. Karşımdaki boş sandalyenin üzerindeki sarı yapraklar etrafa savruluyor. Bir çocuğun anne kucağında teselli arayışı gibi ceketime sığınıyorum. İhtiyar suskun. Kendi kabuğuna çekilmiş, matem havasında. İçimizde uçsuz bucaksız boşluklar bırakıp yitip giden bir manzara. Ağırlaşan gözlerim ha kapandı ha kapanacak. Tüm kışı burada geçirsem, Dagaç'la birlikte ilkbaharı selamlasam, güneşin huzmelerinde hüzünler solsa, kurumuş ellerimi bulutcuklara uzatsam. Ruhumu zapteden bir dinginlik. İçine gömüldüğüm hayaller tarlasından bir ses bulup çıkarıyor beni. İnsanın yüreğine değen bu güzel nağmelerin sahibini bulabilmek için başımı sağa sola çeviriyorum. Fakat kimseleri göremiyorum. Sonra anlıyorum ki bizim Dagaç sonunda sessizliğini bozmuş. Ben de eşlik ediyorum ona. “Ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasa” sözlerine gelince boğazımız düğüm düğüm susuyoruz. Sonra bir dostun hasretliği aramızda, birbirimize sarılıp türkümüzü söylemeye devam ediyoruz. Hüzünlerimiz damla olup düşüyor toprağa. Özlemlerimiz yeniden filizleniyor. Gün çekiliyor. Yaşlı çınarın türküsü yüreğimde, sessizce karanlığa karışıyorum.

Mesut Balık

28 Haziran 2012 Perşembe

SESSİZLİK


 Ilık bir meltem değdi yüzüne. Hemen önündeki çiçeklerin mis gibi kokusunu duydu, sevinçle gülümsedi. Nazikçe başlarını okşadı ve ellerini yüzüne yaklaştırıp parmaklarına sinmiş olan kokuyu derince içine çekti. Ne de güzel kokuyorlardı. Yüreği mutlulukla doldu. Sonra davetsiz bir misafir vızıldayarak geldi yanına. O renklerin küçücük dünyasında mola verip vermemekte tereddüt eden meraklı arı neyse ki havada birkaç daire çizdikten sonra fazlaca oyalanmadan yoluna devam etti. Annesi oldum olası çiçekleri severdi, eksik etmezdi pencerenin önünden. Saksılarından taşan neşe dolu renkleri mütevazı ahşap evlerine ayrı bir güzellik katardı.

Uzaktan birbirleriyle itiş kakış ilerleyen çocukların sesleri geldi kulağına. Okul çıkışı olmalı diye düşündü, demek ki şimdi saat beş sularıydı. İçinde bir sevinç duydu. Çocuklar pencerenin önüne iyice yaklaştıklarında içlerinden birisi seslendi:

-Merhaba Ayla Abla, nasılsın?

-Sağol Muratçığım iyiyim. Sen nasılsın?

Mahallenin en hareketli çocuklarındandı. Babasına kalsa futbolcu yapacak ama annesinin hiç mi hiç gönlü yok. Kocası maç izlerken bazen gözü televizyona takılır, yere düşenler sanki kendi oğluymuş gibi acırdı onlara.

-Ben de çok iyiyim ama şu okul bitse daha iyi olacağım.

-Ne oldu sıkıldın derslerden?

Murat bir an sessiz kaldı. Aslında sıkılmıştı ama bunu söylese kesin Ayla Ablası “olur mu hiç” diyerek karşı çıkardı.

-Sıkılmak değil de yoruldum be abla. Şu sınavlar bitmek bilmiyor, bir de ödevler.

-Dayan güzelim dayan. Bak şurda yaz tatiline ne kadar kaldı ki? Ondan sonra doya doya top oynarsın arkadaşlarınla.

Afacanın yüzüne bir sevinç geldi, üzerindeki yorgunluk birden bire kayboluverdi.

-O zaman senin için de bol bol gol atacağım abla.

Penceredeki genç kız içten bir gülümseme ile karşılık verdi.

-Abla görüşürüz. Ben eve doğru gideyim, annem merak eder şimdi.

-Tabii ki Muratçığım, görüşürüz yine. Annene babana çok selam şöyle.

-Söylerim abla.

Murat epeyce uzaklaşmış olan arkadaşlarına yetişebilmek umuduyla hızlıca koşmaya başladı. Huyunu bilen Ayla Ablası arkasından seslendi:

-Koşturma sakın, bak sonra terli terli...

Yaramaz çoktan uzaklaşıp gitmişti.

-Kim o kızım?

Annesiydi seslenen, mutfaktan yenice oturma odasına geri dönmüştü.

-Murat, anne.

-Tamircinin oğlu mu?

-Evet anne, okuldan çıkmış da biraz lafladıydık.

-Kızım fazla durma pencerenin önünde, ceyran yapar sonra hasta olursun bak.

-Merak etme anne.

Yaşlı kadın mutfağa dönünce, genç kız kendini tekrar dışarıdaki seslerin dünyasına bıraktı.

İnsanın içini ısıtan o güzelim kuş sesleriyle oyalandı biraz. Birkaç ev ötesindeki ağaçtan geliyor olmalıydı. Sanki herkes birden bire bu güzel melodilere kulak kesilmişti de olduğu yerde kalakalmıştı. Sokağa kısa sürse de bir durgunluk gelip yerleşti. Ufacık bir kıpırtı olsa kesin duyardı genç kız. Her ses onun için önemliydi, çünkü dünyasıydı bu sesler. Tekrar meraklı bir arı belirdi yanıbaşında fakat bu sefer yoluna devam etmeyip pencerenin yağmurlugunda dinlenmeye karar verdi. Ayla, geçerken öylesine uğramış olan ziyaretçisinin içeriye girmesinden korktu ve elleriyle uzaklaştırmaya çalıştı. Rahatı kaçan arı tekrar yola koyulduğu anda genç kızın elleri saksılardan birisine çarptı, fakat devrilmeden sıkıca kavradı.

-İyi misin Ayla Abla?

-İyiyim iyiyim. Saksı devrildi sandım da.

-Herşey yerli yerinde merak etme abla.

-İyi aman çok şükür. Hayırdır nereye böyle?

Murat için Ayla Ablası, mahallenin olmazsa olmazlarından. Ne zaman sokaktan geçse gözleri yeşil demir parmaklıklı pencereye döner, orada olup olmadığına bakardı. Hep güler yüzlü, öylece hülyalara dalıp gitmiş bir vaziyette çiçeklerin gerisinde otururdu. Bazı zamanlar onu göremediği olurdu. O zaman bir burukluk hissederdi içinde. Ama dönüş yolunda karşılaşabileceğini düşünerek tekrar içi mutlulukla dolar, hızlıca yoluna devam ederdi. Bu dünyada onu anlayan bir tek kişi vardı, o da Ayla Ablasıydı. Babası tamir işleriyle, annesi de diğer küçük kardeşleriyle meşgul olduğundan mıdır nedir kendisini yalnız hissettiği zamanlarda bir bahane ile dışarıya çıkar, dört beş ev ilerideki ahşap evin önünde bulurdu kendini. Fakat bu sefer evden çıkmak için bir bahane uydurmasına gerek kalmamıştı:

-Bakkala gidiyorum, bir şeye ihtiyacınız var mıydı?

-Dur bir anneme sorayım.

Genç kızın yüzü tekrar pencerede göründüğünde, afacan yerdeki bir taşla futbol topuymuşçasına oynuyordu.

-Herhangi bir ihtiyaç yokmuş Muratçığım.

Muratçığım diye seslenişini ne kadar da severdi.

-Canın birşeye mi sıkıldı senin, sesin biraz üzgün geliyor.

“Yok be abla” diye cevap verecekti fakat son anda vazgeçti. Bilirdi ki Ayla Abla´sından birşey saklayamazdı.

-Şey abla, nasıl desem? Biraz matematikle başım belada. Okulda sınavlar, babam da evde karneyi bekliyor. Bir zayıf daha alırsam çıra gibi yandım valla.

-Dert ettiğin şeye bak, bulunur bir çözümü elbet.

-Bilmem ki abla kurtulabilir miyim bu dertten.

-Behçet Abi'ne bir sorsan, belki o sana yardım eder.

-Hay aklınla bin yaşa be abla. Sahi ben bunu daha önce neden düşünemedim ki?

Sesi yine eski canlılığına kavuşmuş, neşesi yerine gelmişti.

-Sağol ablam benim. Ben şimdi bir koşu bakkala gidip geleyim, sonra bizimkilere bu konuyu bir açayım.

-Tamam ama dikkat et, koşturmadan sakin sakin git.

Yaramaz çoktan kendini heyecanının akışına kaptırmış adeta bakkala doğru hızlıca sürüklenip gitmişti.

Genç kız mahallede duyulan tüm seslerin adeta uzmanı olmuştu. Mesela sabahları erken saatlerde “simitçiiii, var taze simit isteyen simitçiii?” diye bağıran çocuğun sesi duyulduğunda vakit sabah dokuz gibi olurdu. Zaman zaman kahvaltıda bir değişiklik yapmak, hem de ailesinin geçimine katkıda bulunan bu ufaklığı sevindirmek...Böyle şeylerden bile çok mutlu olurdu Ayla, neşesini etrafına saçardı, pencerelerinin önündeki rengarenk çiçekler gibi. Senenin diğer yarısında simitçi küçüğün abisinin yanık sesi duyulurdu. Sabahçı olduğu dönemlerde işi o devralırdı. Bir de hergün olmasa da en az iki güne bir mahalleden geçen yaşlıca bir amca vardı, “eskiciii, eskiler alırım eskiciii” diye duyulurdu hüzünlü sesi. Genç kız sesinin neden bu kadar kederli olduğunu hep merak ederdi. Belki de satın aldığı eşyaların üzerine sinmiş olan kimi anılar kalbine ağırlık veriyordu, ya da...Kim bilir belki de bir derdi filan vardı. Ayla'yı gördüğünde “hayırlı günler kızım” deyişi kalbini ısıtırdı. “Amca bir bardak su ister misin?” diye sorardı o da hemen. Genelde ihtiyaç duymazdı “caminin bahçesinden biraz önce içtim der”, hal ve hatırını sorup biraz laflar sonra da “haydi bana müsade kalın sağlıcakla” dedikten sonra tekrar “eskiciii” diyerek yavaşça uzaklaşır giderdi. Genç kız bazen “eski anıları da alıyor mu acaba?” diye düşünür, sonra bu kısa süren karamsarlık yerini tekrar seslerin çağrıştırdığı güzel hayallerin neşesine bırakırdı. Bir de postacı abi vardı. Mahalleden her geçişinde selam verirdi. Genç kız da selam verdikten sonra gülümseyerek “güzel haberlerin var diye sorardı” O da ya bizzat kendi yaşadığı ya da çevresinden duyduğu kimi güzel gelişmelerden bahsederdi; doğumlar, evlilikler, çocukların okuldaki başarıları, yeni iş bulanlar...O da aynı soruyu Ayla'ya yöneltirdi. Genellikle “ görüştüğümüzden bu yana önemli herhangi bir şey olmadı” diyerek karşılık verirdi. Kibar bir şekilde yoluna devam etmesi gerektiğini söyleyen postacı “daha güzel haberlerde tekrar görüşmek üzere” der evlerinin önünden ayrılırdı. Ve daha neler neler ulaşırdı pencerenin gerisinden yaşamı dinleyen genç kıza; aheste aheste alış verişe gidenler, işten çıkıp yorgun argın eve dönenler, okul yolundaki hayat dolu çocuklar, tek tük de olsa geçip giden mobiletler, arabalar...Ama tüm bu seslerin arasında öyle bir tanesi vardı ki...

-Haydi kızım gir içeri artık.

-Tamam anne.

Akşam ezanı yenice okunmuş, annesi namaza durmuş, mahalle yine insanın kalbini burkan o derin sessizliğe bürünmüştü. Nedense dışarıdaki bu hareketsizlik ruhuna siner, olduğu yerde bir süre o da bu durgunluğa teslim olurdu. Sanki bu saatler hic gecip gitmeyecekmis gibi gelirdi. Tam mutsuzluk kapısını çalmaya hazırlanırken birden kalbine heyecanla dolan o ses ulaştı kulaklarına. Nerede olsa tanırdı bu arabanın sesini. Aracın motor sesi iyice yaklaştı, evlerinin önüne gelince kesildi, ardından da kapının açılma ve kapanma sesi duyuldu. Ayla tüm gün sabırla beklediği o sesi duyar duymaz elleriyle saçlarını düzeltti ve heyecanını gizlemeye çalışarak pencerenin gerisindeki divanda sessizce oturmaya devam etti.

-İyi akşamlar Ayla.

-Merhaba Behçet Abi, işten mi?

-Yok bu gece çıkacağım işe.

Arada bir sessizlik oldu. İnsan heyecanlanınca bazen ne diyeceğini şaşırıyordu işte.

-Nasılsın Behçet Abi?

-İyiyim teşekkür ederim. Sen nasılsın?

-Ben de iyiyim.

Gözleri sevinçle parladı.

-Şey Behçet Abi, annem seni akşam yemeğine bekliyor. Gelmemezlik etmesin diye de sıkıca tembih etti.

-Zahmet vermeyeyim.

-Olur mu hiç. Hadi işin bitince gel hemen.

-Bir şeye ihtiyaç var gelirken getireyim.

-Yok Behçet Abi, sağolasın.

-Tamam olur, ben bir eve uğrayıp geliyorum.

Masum bir yalan söylemişti. Ama insan da herşeyi açık açık söyleyemiyordu işte. Annesine “akşama Behçet Abi'yi yemeğe davet edelim mi?” diye sormuştu. Annesi de bu fikrini hoş karşılamış, “tabii kızım gelsin, evde tek başına yiyecegine, bir sofradan bin kişi doyar” diye karşılık vermişti. Annesinin teklifini oldukça sıcak karşılamış olması biraz önceki masum yalanının ağırlığını epeyce hafifletiyordu.

Genç kız sevinçle pencereyi kapattı, eşyalara çarpmadan mutfağa doğru gitti. Dikkat ederdi annesi temizlik yaparken, yıllardır eşyaların yeri pek değişmemişti. Hepsi yerli yerinde bir fotoğraf karesinde dondurulmuş gibi sabit.

-Anneciğim, diye seslendi.

-Söyle kuzum.

-Behçet Abi'ye söyledim yemeğe gelecek.

-İyi etmişsin gülüm.

-Mis gibi de kokuyor tarhana.

-Dur bakalım tadı da iyi olmuş mu?

Annesinin kaşıkla uzattığı çorbanın tadına baktı.

-Ellerine sağlık Fatma Sultan. Her zamanki gibi yine harika.

Behçet çok severdi tarhanayı. “Moralim bozuk olsa içsem hemen neşem yerine gelir” diye bir ziyaretinde anlatmıştı. Genç kızın yüzündeki mutluluk annesinin yüreğine doldu. Ne de heyecanlıydı, genç kız telaşı işte. Kendisi de yıllar önce öyle değil miydi? Hele rahmetliyle nişanlı olduğu dönemlerde. Her geldiğinde eli ayağına karışır ne diyeceğini ne yapacağını bilemezdi.

-Dur ben de yardım edeyim.

-Gerek yok kızım, işim bitmek üzere zaten.

-Olmaz anne, benim de çorbada tuzum bulunsun değil mi?

-Haydi bakalım sen de o zaman salatayı yap. Malzemeleri hazırladım bir tek domatesler kaldı doğranacak.

Ayla'nın ellerini sevgiyle tuttu, mutfak tezgâhının biraz ilerisine doğru yönlendirdi.

-Kuzum domatesler burada, bıçakla doğrama tahtası da şurada. Dikkat et ama, elini kesme.

-Merak etme Fatma Sultan, yılların salata ustası yanında.

Neşeyle domatesleri ince ince doğramaya başladı. Yaşlı kadının anne yüreği sızladı.

Pek de heyecanlı yavrum. Nereye kadar gider bu işin sonu bilmem ki. Gönül sevdi bir kere elden birşey gelmez. İyi çocuk, dürüst, kibar. Ben de günden güne yaşlanıyorum, birgün göçüp gidersem kim sahip çıkacak ay yüzlüme. Çok da yakışıyorlar birbirlerine ama...Ne yapsın gözleri görmeyen bir kızı. Eninde sonunda unutmak zorunda olacak. Kolay ilk sevda, çok üzülecek benim hisli kızım cok.

-Anne domatesler hazır.

Yaşlı kadın etrafını saran tedirginlik bulutlarını hızlıca dağıtıp:

-Aferin sana, çok güzel doğramışsın, ellerine sağlık, diye cevap verdi.

Daha da bir sevinçle gülümsedi biricik annesine.

-İstersen yavaş yavaş tabakları götür, ben de salatanın yağını tuzunu ekleyeyim.

Annesi tabakları yemek masasına gitmeden önceki son duraklarında hazır ederdi; çiçek motifli beyaz örtülü ahşap masanın kapıya doğru bakan ucunda. Biricik kızı bir işe yarıyor olmanın mutluluğu dudaklarında bir şarkı, yavaş yavaş onları oturma odasına taşırdı.Şimdi daha da neşeliydi, bir şarkıyı bırakıp diğerine geçiyor adeta içi içine sığmıyordu.

Ekmek sepetini usulca yemek masasının ortasına koyarken:

-Anne nasıl olmuş sofra? diye sordu heyecanla.

Bardaklara su doldurmakla meşgul yaşlı kadın:

-Harika olmuş, diye cevap verdi, kızının yardımını takdir ettiğini belli eden bir ses tonuyla.

-Anne bak sen şu sandalyeye oturacaksın, ben buraya, Behçet Abi de...

Tam o esnada zil çaldı. Birden elleriyle üstüne başına çeki düzen verip uzun kumral saçlarını topladı. Annesinin bu heyecanına şahit olduğunu düşününce yüzü hafifçe kızardı, “ben kapıya bakarım” diyerek telaşla dikelmekte olduğu yerden ayrıldı. Acele acele yürürken istemeden sehpaya çarptı, “Hay Allah” diyerek hemen eğildi ve ahşap nesneyi iki eliyle sımsıkı kavradı.

-Üzerinde birşey yok kızım, ben düzeltirim onu, hadi sen kapıya bak, diye seslendi annesi.

Misafirini fazlaca bekletmek istemeyen genç kız tekrar telaşla kapıya doğru yürüdü.

Kapıyı acar açmaz kalbinin atışlarını hızlandıran o ses duyuldu:

-Merhaba Ayla, diye seslendi, elinde birkaç kitapla kapıda durmakta olan delikanlı.

-Buyur geç Behçet Abi.

Daha önce annesinin yerini belli ettiği terlikleri uzatarak konuğunu içeriye davet etti.

Oturma odasındaki koltukların yastıklarına çeki düzen vermekle meşgul olan yaşlı kadın Behçeti gülümseyerek karşıladı:

-Gel evladım gel.

Elindeki kitapları, tekrar eski yerine konmuş sehpanın üzerine bıraktı, bir anne gibi sevdiği kadının elini öptü:

-Nasılsın Fatma Teyze?

-Hamdolsun evladım iyiyiz, bir yaramazlık yok çok şükür. Sen nasılsın görüşmeyeli?

-İyiyim sağol teyzeciğim, koşturup duruyorum.

-Kolay evladım, hem iş hem okul. Maşallah iyi beceriyorsun ikisini birlikte.

Behçet'in yüzü hafifçe kızardı, gözlerini önüne eğdi:

-Estağfurullah, diye karşılık verdi.

-Geç oğlum sofra hazır.

İki eliyle dikkatlice çektiği sandalyenin yanı başından “Behçet Abi buyur” diye kibarca seslendi Ayla. Genç adam teşekkür ederek sevinçle masadaki yerini aldı.

Özenle hazırlanmış yemeklere eşlik eden kaşık çatal seslerini sık sık Ayla'nın soruları bölüyordu. Yaşlı kadın birkaç kez, “bırak da misafirimiz yemeğini yesin, sonra” diye ikaz ettiyse de birazcık süren sessizlikten sonra elinde olmadan başka başka sorulara geçiyordu. Behçet “rica ederim Fatma Teyzeciğim, rahatsızlık olur mu? Hem yemeğimizi yeriz hem de sohbet ederiz” diyerek yaşlı kadının kaygısını gidermeye çalışıyordu. Neler neler sormuyordu ki genç kız ; fakültedeki hocaları, öğrencileri,arkadaşlarını (hayatında birileri var mı diye merak ederek), izlediği filmleri, dinlediği müzikleri, okuduğu kitapları, takside çalışırken karşılaştığı müşterileri, gezip gördüğü yerleri...Hayallerini, sevinçlerini, hüzünlerini de sormak isterdi fakat çekinirdi her nedense. Behçet sabırla her sorusunu cevaplandırmaya çalışırdı. Özellikle okul hayatında karşılaştığı kimi durumları biraz da mübalâğalı anlatarak güldürürdü onu. Genç kızın her gülüşünde sanki yanaklarında rengarenk güller acar, heryere o içten sohbetlere dair hoş sıcaklık sinerdi. Behçet çalıştığı saatlerde karşılaştıklarından bahsederken biraz daha itimatlı olurdu. Hele hele gece mesailerinde şahit olduklarından pek bahsetmek istemezdi; ayakta duramayan sarhoşlar, birbirlerine bağırıp çağırıp kavga edenler, karanlıkta çalışmak zorunda olan hayal süsleyici kadınlar...Biraz üstün körü geçiştiriverirdi bu kısımları. Daha çok haftasonlarında gündüz vakitlerinde uğradığı yerleri, biraz da özenle seçtiği kelimelerle bezeyerek anlatırdı; kalabalık caddeleri, tarihle çevrelenmiş meydanları, keşfedilmemiş kıyıda köşede gizli kalmış kimi sokakları, şehirdeki yaşamın cephelerinde yankılandığı binaları, dolup boşalan mağazaları, otobüsleri, arabaları, boğazı, martıları, vapurları, çocukları...

Behçet geçen pazar arkadaşlarıyla yaptığı orman gezisinden bahsetmeye başladığında genç kız anlatılanlara pür dikkat kesildi. Hele hele rengarenk açmış lalelerin bahsi geçmeye başlayınca daha da bir heyecanlandı. Sonra birden bire durgunlaştı. Yüzüne sanki oralara gidememiş olmanın hüznü bulaştı. Behçet bunu farketmişçesine birden:

-Fatma Teyze, arzu ederseniz bir dahaki pazar günü birlikte gidebiliriz, diye teklif etti.

-Bilmem ki evladım, sana da yük olmayalım.

-Estağfurullah.

-Gideriz değil mi anne gideriz?

Heyecanla elini annesine doğru uzattı o da kızının bu hareketine sevgiyle karşılık verdi. Özellikle duygulandığı zamanlarda değer verdiği birisine dokunma ihtiyacı hissederdi. Bu kişi de genellikle annesi olurdu. Behçet ile ilk karşılaşmalarında da yine böyle hislenmis, yaşlı kadın biricik evladının sevincine ortak olmuştu. Birlikte pazar yerinde alış veriş yapmışlar dönüş yolunda yavaş yavaş yokuşu tırmanırken sarı renkli bir araba yanaşıp yanlarında duruvermişti. Her ikisi de biraz tedirgin olmuş, Fatma Hanım geriye dönüp baktığında mahallelerine yeni taşınmış genç delikanlının güler yüzüyle karşılaşmıştı. “Merhaba teyzecigim” diye selam vermiş, hemen arabadan inip ellerindeki meyve sebze dolu çantalara davranıp “sizi evinize” bırakayım demişti. Yaşlı kadın “gerek yok evladım, zahmet etme, zaten eve vardık olduk“ dediyse de Behçet söylenenleri dinlememiş eşyaları iki kaşla göz arasında arabanın bagajına yerleştirivermişti. Arabaya binerlerken Fatma Teyze “ne gerek vardı evladım” demiş, genç adam “olur mu hiç teyzeciğim, ben de eve gidiyordum” diye karşılık vermişti.

Anne kız yan yana arabayla yokuşu yavaş yavaş tırmanırken Ayla bu sesin sahibini oldukça merak ediyordu. Büyük bir ihtimalle geçen gün evlerinin karşısına park etmiş olan kamyonetteki eşyaların sahibi olmalıydı. Aracın yakınındaki iki üç kişiden kulağına ulaşan “masayı indirirken dikkat edin, dolap ağırdır, önce kitaplıkları indirelim” cümlelerinden ne zamandır boş olan karşı evin bodrum katına yeni bir kiracı taşınmakta olduğunu düşünmüştü. Bir ara annesi de yeni bir komşularının olduğundan bahsetmişti. Ne zaman sonra yeni bir insanla tanışıyor olmanın mutluğunu yüreğinde hissediyordu genk kız. Anlaşılan annesi pek sevmişti bu genç adamı. Birkaç kez ev ile ilgili bir ihtiyacının olup olmadığını sordu. Behçet şimdilik bir yardıma gereksinim duymadığını belirterek bu kibar teklife içtenlikle teşekkür ederek karşılık verdi. Ayla konuşmaların arasında zaman zaman takip edebildiği güftenin güzelliği ve bestenin büyüleyici havasıyla:

-Çok güzel bir şarkı, diyerek memnuniyetini dile getirmiş heyecanla annesinin elini sevgiyle kavradı.

-”Gözler kalbin aynasıdır” diye cevap verdi Behçet, çok sevdiğim bir şarkı.

Ayla “ sözleri ne kadar etkileyici değil mi anne?” diye sorarken, Behçet arabanın dikiz aynasında genç kızın ela gözleriyle karşılaşmış, yüreğini hoş bir duygu kaplamıştı. Ne yazık ki şarkının sonunu dinleyemeden çoktan evlerinin önüne varmışlardı.

Bu güzel şarkıyla tanışmasına vesile olan misafirleriyle birlikte aynı masada hep birlikte afiyetle akşam yemeklerini yemişlerdi. Annesi gelecek haftaki kır gezisine gitmeye ikna olmuş, bunun sevincini yaşayan genç kız vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştı bile.

-Ellerinize sağlık, yemekler gerçekten çok güzel olmuş.

-Afiyet olsun evladım.

-Afiyet olsun Behçet Abi.

Sofra toplanırken genç adam yardım etmek istediyse de ev sakinleri izin vermeyip, “bütün gün yoruldun, haydi sen geç koltuğa dinlen, biz de kahveleri yapıp getirelim” dediler. Behçet sehpadaki kitapları aldı ve neşeyle saadet koltuğuna yerleşti. Mutfağa doğru gitmekte olan anne ile kızın neşe dolu konuşmaları tatlı bir melodi gibi ulaşıyordu kulağına. Az sonra tekrar oturma odasında belirdiklerinde misafirleri elindeki kitaplara dalıp gitmişti.

-Kahveleri illa ben yapacağım diye tutturdu deli kız, diye hafifçe serzenişte bulundu yaşlı kadın.

-İnşallah güzel olmuştur, diye karşılık verdi Ayla, fincanları dikkatlice masaya bırakırken.

Misafirlerinin karşısındaki boş koltuğa yerleşirlerken Behçet elindeki şiir kitabında işaretlemiş olduğu sayfalardan birisini açtı:

-Hani geçen sefer söz vermiştim ya, birkaç şiir kitabı getirdim yanımda, dedi.

Ayla sevinçle:

-Yaşasın, diye karşılık verdi.

Genç adam, özenle seçmiş olduğu şiirlerden okudu, zaman zaman şairi hakkında bilgi verdi, kimi dizelerde gizlenmiş duyguları açığa çıkarmaya çalıştı. Özellikle doğadan bahseden eserlerden seçmişti. Onları dinledikçe genç kızın yüzündeki mutluluk daha da belirgin hale geliyor, annesine iyice sökülüp, mısraların çağrıştırdığı dünyalara bırakıyordu kendini. Behçet son şiiri de okuyup bitirdiğinde, genç kız neşeyle:

-Ama bir dahaki sefere senin şiirlerini dinleyeceğiz değil mi? diye sordu.

Genç adamın yüzü biraz kızardı, yaşlı kadın bunu hemen farketti. Kısa süren sessizliği biraz çekinerek söylenmiş olan “peki olur” cümlesi böldü. Behçet'in zaman zaman sergilediği bu çekingenlik Ayla'nin çok hoşuna gidiyor, gönül sarayını aydınlatıyordu.

...

Güzel geçen saatlerin ardından Behçet müsade isteyince Ayla suskunlaşmış, annesi biraz daha kalması için ısrar etmişti. Fakat genç adam işe gitmesi gerektiğini söyleyince en kısa zamanda tekrar beklediklerini içtenlikle belirterek misafirlerini yolcu etmişlerdi.

Behçet arabasına biner binmez radyoyu hafifçe açmış, sevdiği şarkılar eşliğinde, birazcik da olsa tadabildiği aile saadeti ile iç içe geçen hayalleriyle birlikte yola koyulmuştu. İstanbul trafiği bu saatlerde en azından düşüncelerinin arasında dolaşmaya izin veriyordu. Işığı sokaklara yansıyan kimi evlerin önünden geçerken oradaki olası güzel yaşamları da kendi dünyasına dahil ediyordu. Taksi durağına geldiğinde bir süredir icinde yolculuk ettiği mutlu dünyadan ayrılmak istemedi fakat
yine de arabanın kontağını kapatıp küçük kulübeye doğru yöneldi. Kapıyı acar açmaz, bir baba gibi sevdiği durağın emektar taksicisi ile karşılaştı:

-Hoşgeldin Behçet, hayırdır bu saatte?

-Hoşbulduk Necati Abi, bu gece biraz müşteri kovalayayım dedim.

-İyi düşünmüşsün ama senin yarına okulun yok mu?

-Öğleden sonra. Sabah eve döner yatarım.

-Valla ne yalan söyleyeyim iyi oldu geldiğin. Bizim Cevdet'in küçük kızı hastalanmış eve gitmek zorunda kaldı. Şinasi desen eskisi gibi geceleri pek araba kullanamıyor. Anlayacağın bu akşam tek başınaydım.

Neredeyse her zaman kaynayan çaydanlıktan birer tavşan kanı çay koyup biraz daha sohbet ettiler; gelecek haftalardaki sınav dönemi, yaklaşan yaz tatili, memleket haberleri, kimi sağlık problemleri, emekli olmak ile ilgili hayaller, torunların yaramazlıkları...Bir ara genç adam akşam yemeğinden bahsedince emektar taksici genç adamın neden yanağında güller açtığını tahmin eder gibi oldu. “hani şu ela gözlü, uzun saçlı ay yüzlü kız ile annesine mi davetliydin” dediğinde yine her zamanki gibi biraz yüzü kızardı. Necati Abisi evlilik konusunu biraz açar gibi oldu fakat bu konuları pek rahatça konuşamayan Behçet'in yanakları hafifçe kızardı ve müşteri kovalamak bahanesiyle müsade istedi.

Tekrar arabaya binip kendini tenha caddelere bırakınca biraz kendisine kızar gibi oldu. Neden iki de bir böyle utangaçlığı tutuyordu ki? Bazıları ne kadar rahat istediğini çekinmeden söyleyebiliyordu. Fakültedeki sınıf arkadaşlarını düşündü. Herhalde çoğu kimse varlığından bile haberdar değildi. Yıllar sonra hatırlanamayanlar listesinde olacaktı kimbilir...

Bir süre şehrin yoğunluğu azalmış caddelerinde bir müşteri bulabilmek umuduyla dolaştı. Bu geç saatlerde karanlıkta uyananlarla birlikte şehir başkalaşıyor, aynı yerde hüküm süren farklı iki dünya birbirini gece gündüz bıkıp usanmadan kovalamaya devam ediyordu.

Bu gece tek tük ayakta olanlar sanki hiçbir yere gitmemek üzere aralarında sözleşmişlerdi. Direksiyon sallamaktan yorgun düşen genç adam boğazın çok sevdiği yerine gelince suya doğru yönelmiş birkaç arabanın da bulunduğu alana park etti. Arabanın camlarını sonuna kadar açtı ve derince bir nefes aldı. Hemen altında bulunduğu elektrik direğinden hoş bir ışık süzülüyordu içeriye. Gökyüzünde bir tepsi gibi parlayan ay içinde sevinç meltemleri estirdi. Bir süre sonra içindeki duygu seli taşıp eline geçirdiği bir kağıt parçasına güzel bir şiirin ilk mısraları olarak dökülmeye başladı. Kelimeler öyle hızlıca bir biri ardına geliyordu ki, sanki bir an önce tamamlanmak ve de ithaf edilen kişinin karşısına hemencecik çıkmak istiyordu. Yüreğindeki heyecan biraz durulunca kâğıdın boş kalan kısımlarına Ayla ile kendi ismini alt alta yazdı, baş harflerini bir yuvarlak içine alıp yanına “eski dilde su”diye bir kayıt düştü. Şiirinin adı “ab-ı hayat” olacaktı. Behçet sevinç demekti, Ayla ise...

Boğazın manzarasında kaybolanların hülyalarini bölen küçük bir çocuğun sesiyle kendine geldi:

-Behçet Abi çay ister misin?

Böyle geç bir saatte dışarıda çalışmak zorunda kalan ufaklığa yüreği biraz da burkularak baktı.

-Haydi ver bakalım.

Çocuk sevinçle bardağı genç adama uzattı, parayı dikkatlice önlüğünün cepliğine yerleştirdi ve güle oynaya diğer arabaların arasında kayboldu.

Behçet elinde bir bardak çay, tek tük geçen gece vapurların seyrine daldı. Küçükken arkadaşlarıyla yetimhanenin pencerelerinin ardından boğazdan gelip geçenleri izlerlerdi. Yakınlarına uğrayanlara el sallarlar, kimi yolcular da karşılık verince çok sevinirlerdi. Kim bilir kaç kez hayallerinde vapurlara binip uzaklara çok uzaklara gitmişti. Her seferinde bir geminin güvertesinde yüzlerini hayal meyal hatırladığı anne ve babası ile karşılaşır, onlara sarılır ve onları düşünerek yazmış olduğu şiirlerden okur, okur, okurdu...Kelimelerle ördüğü bu dünyalarda gezinmek ona huzur verir, zaman zaman içine gömüldüğü buhranları dağıtırdı. Hele hele lise yıllarında şiire ayrı bir sevgi duymaya başlamıştı. Özellikle hayal kırıklıkları bulaşmış tek taraflı aşk fırtınalarının şiddetini gizliden gizliye kâğıtlara işlediği dizelerle bir nebze de olsa hafifletmeye muvaffak olurdu. Küçük yaşlardan itibaren şiire olan tutkusunda babasından kendisine miras kalan kimi şairlere ait kitapları ile kendi şiir denemelerinin bulunduğu defterlerin de katkısı olduğu muhakkaktı. Annesini de kaybettiği o vehim kazanın ardından kendisine ulaşan bu şiirler bir de mazide kalan saadet dolu kimi günlerin delili birkaç fotoğraf yalnızlığına ortak olmuştu. Artık hayatta olmasalar da bir şekilde onları kendi içinde taşıyor yaşantısına dahil ediyordu. Kim bilir belki de üniversite çağına ulaştığında edebiyat fakültesine kaydını yaptırmasında baba mesleğini devam ettirme arzusu da etkili olmuştu.

Behçet, Ayla'nın “gece acıkınca yersin” diyerek kendisine uzatmış olduğu poşetteki börekler ile birlikte mis gibi çaydan yudumlamış, zamanın farklı basamaklarında dolaşmıştı.

-Behçet Abi çayını tazeleyeyim mi?

Gece gibi siyah kıvırcık saçlarıyla, kendisine biraz büyük gelen önlüğüyle ufaklık uykulu uykulu gülümsüyordu.

-Teşekkür ederim küçük hanım, şimdilik bir bardak yetti. Ellerinize sağlık güzel olmuş.

-Abim demledi. Aslında babam daha güzel demler ama o da rahatsız evde yatıyor.

Genç adam geçmiş olsun dileklerini dile getirirken, arabada taşıdığı bozuk paralardan bahşiş niyetiyle çay tabağına bırakıp küçüğe uzattı.

-Baksana ufaklık bize iki çay versene.

-Çaylar hemen geliyor diye seslendi az ileride karanlıkta yüzü pek seçilemeyen adama, sonra Behçet Abi'sine dönüp.

-Ben ne zaman büyüyeceğim. İki de bir ufaklık deyip duruyorlar.

-Genç adam gülümseyerek cevap verdi.

-Aslında sen büyüdün de farkında değilsin. Haydi müşterileri fazla bekletme, sonra da git biraz uzan.

-Tamam Behçet Abi. Haydi sana hayırlı işler.

-Sana da u...

Küçük kız elindeki çay tepsisini sallaya sallaya kayboldu gece yolcularının arasında.
Genç adamın yorgun gözleri ay ışığında sessizce uzanmakta olan boğazın manzarasına takıldı yeniden. “Ne güzel yine de yalnız sayılmam” diye düşündü, sayıları iyice azalmış gece vapurlarına bakarken. Necati Abi bir baba gibi kendisini kolluyor, birşeye ihtiyacı olup olmadığını mütemadiyen soruyordu. Karşı komşu Fatma Teyze de ona şefkatle “evladım” dedikçe muhtemelen bir anneye duyulan hissi tadıyordu yüreğinde. Murat ise kendisini değerli hissettiren bir erkek kardeş gibiydi. Akşam yemeği için tam evden çıkacakken karşılaştığında nasıl da çekine çekine meramını dile getirmişti. Matematik konusunda kendisine yardım edeceğini söyleyince ne de sevinmişti afacan. Genç adama da onun mutluluğundan sinivermişti. Hele yüreğindeki merhamet duygusunu her karşılaştığında harekete geçiren siyah kıvırcık saçlı küçük kız.“Bir kızkardeşim olsaydı herhalde onu da böyle severdim” diye düşündü iç geçirerek.

Seviyordu insanları. “Kimseler olmasaydı da bu koskoca dunyada tek başıma yaşasaydım halim ne olurdu?” diye bir düşünce geçti zihninden. Sonra güneş gibi içini ısıtan bu geniş aile fotoğrafının en değerli üyesinin hayali belirdi gözlerinin önünde. “Belki Ayla ile çok yakında...”

Ay ışığının aydınlatmaya çalıştığı iki yüz belirdi birden bire yanıbaşında. İçlerinden birisi yüreği dolup taşan delikanlıya “boş musun” diye sordu? Geceyi yararcasına kulağına ulaşan tok sesin sahibine bakarak “evet buyurun” diye karşılık verdi Behçet. Kadın hemen arka koltuğa yerleşip hızlıca kapıyı kapattı. Ön koltuktaki adam “şuradan sağa doğru kıvrılalım, ben gideceğimiz yeri tarif ederim” dedi “biraz acele edelim” diye de ekledi. Behçet tatlı bir rüyanın ardından acı bir gerçekle karşılaşmışçasına hızlıca gaza bastı. İçinde yükselmiş olan öfkeyi gizlemeye çalışarak kendini düşüncelerinin yoluna bıraktı. Hayat şiirlerdeki gibi yaşanmıyordu çoğu zaman ve insanları taşımak her daim kolay olmuyordu.

Sessizliği ara sıra nereye gitmesi gerektiğini söyleyen adamın donuk sesi bölüyordu. Yanındaki kadın ise düşünceler katmanının en altlarında dolaşıyormuşçasına suskundu. Hafifçe radyoyu açmaya niyetlendiyse de son anda müşterilerinin rahatının kaçabileceğini düşünerek vazgeçti. Zaman zaman karşısına çıkan dolunaya göz kırpıp yine hülyalara daldı. Okulun kapanmasına az kalmıştı. Yaz tatili boyunca çalışıp biraz para biriktirebilirdi pekala da. Böylece son sene fazla işe çıkmayıp derslerine daha çok vakit ayırabilirdi. Bir an önce mezun olup öğretmenliğe başlamalıydı. Kim bilir ilk görev yeri neresi olacaktı. Belki Ayla'yı da yanında eşi olarak götürürdü. Bir ev bulması gerekecekti. Zemin kat daha uygun olur diye düsündü. Karısı o zaman merdiven inmek zorunda kalmadan kolayca dışarıya çıkabilirdi. Bir de mis kokulu cicekler yetistirebilecekleri bir bahce, ne güzel olurdu. Fatma Anne'yi yalnız bırakmazlar, onu da yanlarına taşınmaya ikna ederlerdi. İsterse kocasının yadigarı evlerini kiraya verirdi ya da...

-Kavşaktan sola dönelim!

Bu sesle içinde yolculuk etmekte olduğu gerçeğe dönen Behçet, hemen yanıbaşındaki müşterisinin aklından neler geçtiğini merak etti. Karanlıkta çok da belli olmayan bu yüzün sahibi sanki hiç hayal kuramaz gibi geldi genç adama.

Bildik sokaklar, binalar, caddeler geride kalmıştı çoktan. Behçet hafifçe camı araladı, içeriye giren mis gibi çam kokusunu sevinçle içine çekti. Dolunayın kendilerine ulaşmasına izin veren ağaçların sıralandığı, derince bir uykuya dalmışçasına kıvrılan bir yolda bir süre daha ilerlediler. Çok fazla değil bir hafta sonra Ayla ve annesi ile birlikte karanlıkta güzelliğini tam olarak idrak edemediği yine böyle bir ormanda gezintiye çıkacaklardı. Yanlarına da yiyecek içecek birşeyler alırlar, güneşli bir günde çiçeklerin arasında hoş sohbet eşliğinde piknik de yapabilirlerdi. Kim bilir belki o zamana kadar da yazmaya çalıştığı şiirini de bitirirdi. Hayır, hayır ne yapıp edip bitirmeliydi. Nasılsa derslerin yoğunluğu azalmıştı. Çalışmadığı akşamlar evde güzel bir çay demleyip küçük masasına yerleşip kelimelerin sihirli dünyasına bırakabilirdi kendini. Yeşilliklerin arasında, yüreğindekini bir türlü anlatamadığına duygularına tercüman mısraları okumak. Gözünün önüne gelen bu olası sahne içinde tatlı bir telâşa dönüştü. Ne güzeldi yaşamak ve ne güzeldi...

“Tamam burada inelim” cümlesinin ardından genç adam yavaşça frene bastı ve az sonra neredeyse birbirleriyle hiç konuşmamış olan üç kişi hayatın ıssızlığında tekrar buluştular.

Behçet taksimetrenin ekranında ışıl ışıl yanan kırmızı rakamları biraz çekinerek telafuz etti. O sırada arabadan inmiş olan kadın etrafına baktı, kollarını yana doğru açarak derince bir nefes aldı. Genç adam arabanın dikiz aynasının yakınındaki düğmeye bastı, müşterisinin karanlıkta kalan çehresi hafifçe aydınlandı. Adam yaşam belirtisi olmayan bir yüz ifadesiyle sağ elini cebine sokup çıkardı.

Gökyüzünün karanlığını parlaklığıyla yaran bir cisim

Gecenin sessizliğini tüm şiddetiyle bölen bir çığlık.

Dolunayın güzelliğini çirkinliğiyle örten adi bir suç.

Adam hızlıca elini Behçet'in emektar ceketinin ceplerine attı. “Tuh be adam bizden de meteliksiz çıktı” diyerek hayal kırıklığı ile kadına yöneldi ve sadece “kaçalım” dedi.

Behçet'in cüzdanında taşıdığı şiir, mısralarına kan bulaşmış bir şekilde yere düştü ve nereye gittiği belli olmayan bir yabancının ayak izine boyandı.


Ayla çığlık atarak uyandı. Hemen yan odada uyuyan annesi soluğunu biricik kızının yanında aldı:

-Ne oldu evladım, neyin var yavrum?
Kalbi hızlıca atmakta olan genç kız sıkıca annesine sarıldı:

-Merak etme iyiyim anne. Sanırım bir kabus gördüm.

Dur ben sana bir bardak su getireyim.

Annesinin gitmesiyle gelmesi bir oldu. Ayla uzun süre çölde kalmışçasına suyu bir solukta kana kana içti. Kızının iyi olduğuna şüphesi kalmayan yaşlı kadın iyi geceler dileyerek tekrar odasına geri döndü.

Genç kız rüyasını hatırlamaya çalıştı. Bir yerde kendi başına öylece dikelmekteydi. Bunu hatırlıyordu fakat neredeydi? Hafifçe esen bir rüzgarın ulaştırdığı çamların kokusunu anımsadı. Gece miydi gündüz müydü? Güneşin varlığını hissedemiyor, üşüyordu. Kuşların da sesi duyulmuyordu. Nerede olduğunu bilememenin korkusu her bir yanını sarmış, garip bir sessizliğin ortasında tek başınaydı. Sonra birden bire ezilen birkaç kuru dalın çıtırtısını duydu. Heyecanla birkaç kez “kim o?” diye seslendi fakat herhangi bir yanıt alamadı. İyiden iyiye tedirginleşti. Sanki birileri kendisini izliyordu. Nereye doğru gideceğini bilemeden yavaş yavaş yürümeye başladı. Kendisini takip eden yabancının nefesini her an ensesinde duyuverecekmis gibi kaygılıydı. Adımlarını hızlandırdığı bir anda eli bir ağacın sert gövdesine çarptı ve az sonra burnuna gelen kan kokusuyla irkildi. Canı yanmıştı. Hava iyiden iyiye soğumuş, tir tir titriyordu. Sonra tekrar kuru dalların çıtırtısı duyulmaya başladı. Fakat bu sefer sayıları daha fazlaydı ve dört bir yanını kuşatmıştı. Tüm cesaretini toplayıp “kimsiniz siz? ne istiyorsunuz benden?” diye ağlamaklı seslendi ama soruları yine cevapsız kaldı. Kendisine iyice yaklaşan seslerden artık kaçamayacağını anlayınca olduğu yerde kala kaldı ve avazı çıktığı kadar “kurtar beni Behçet Abi!” diye bağırmaya başladı. İşte tam bu esnada çığlık çığlığa kan ter içinde uyanıvermişti.

Ayla kalbindeki ağırlık hafifler umuduyla dikkatlice oturma odasına geçti, pencereye yöneldi ve camı usulca açtı. Sokak ışıklarının üzerine düştüğü başları eğik çiçeklerin kokusunu duymuyordu artık. Ortalık ne kadar da sessizdi, içi burkuldu. Eskiciyi, postacıyı, çocukları hayal etti. Bir de her eve dönüşünde kendisine sıcak bir merhabasını esirgemeyen Behçet'i. Tüm gece çalışacaktı, yorulacaktı, uyuyup tekrar okula gidecekti, sonra belki yine çalışacaktı. Yüreğinin derinliklerinden bir acıma hissi gelip boğazına düğümlendi. Ortalık ne kadar da ıssızdı. Birileri geçse bir selam verse, bir iki kelime dahi olsa konuşabilseydi. Behçet'le ilk karşılaştıklarında dinlemiş olduğu şarkı zihninde çalmaya başladı. Bir süre şarkının sözlerini mırıldandı. Sonra elleriyle hemen yakındaki çiçeklerin başını sevgiyle okşayıp “iyi uykular” diye seslendi. Küçük dünyasından açılan pencerenin eşiğine başını yasladı, mahzun ve sessiz, hülyalara daldı.

Mesut Balık


 (www.engelliler.gen.tr'de yayınlanmıştır)