28 Temmuz 2011 Perşembe

MEZARLIKTAKİ BULUŞMA

Pek çok insan gibi ben de mecbur olmadıkça buralara uğramam aslında. Fakat Latife’min son zamanlarında artmış olan rahatsızlığından dolayı gelmem kaçınılmaz olmuştu. Hayatın değişik kesimlerinde bulunmuş olan buradakiler hayattayken birbirlerine bu kadar yakın olacaklarını belki de akıllarından bile geçirmemişlerdi. Hepsi de sonlarına dair ipuçlarıyla birlikte yüzlerini aynı yöne çevirmişler, güneşin ve de yağmurun bir zamanki güzelliklerine dair kırıntıları alıp götürmesini, hiç mi hiç direnmeden kabullenmişlerdi. Oysa şuan hiçbirinin ne renkleri önemliydi ne de yolculuklarında ifade etmiş oldukları maddi değerler. Hepsi de aynı sessizliğin içerisine gömülmüşlerdi. Belki de benim gibi yazmaya meraklı kişiler, zaman zaman üzerlerinde onlara ait yazıları okuyup onlara dair hayat hikayeleri uyduruyorlardı. Köprüde duran Latifem’den ömrünü uzatan tüm çabalara rağmen, birgün ayrılmak zorunda kalacağımın bilincindeyim aslında. Yolculuğu sona erdiğinde, o da buradakiler gibi araba mezarlığındaki yerini alacak. Bazıları organ bağışında bulunup başka arabalara tekrar hayat verip, onlarla birlikte yeni yolculuklara çıkacaklardı. Bazılarını ise dev fabrikalarda eritip, şekillendirip tekrar aramıza gönderiyorlar. Bilmem, belki de onunla gezerken zaman zaman karşılaşıp da gözlerimizi kamaştırmış olan o lüks arabalardan birisi olarak tekrar aramıza döner O eski günlerimizi hatırlar mı o zaman?

İlk alındıklarında nasıldılar diye meraklı gözlerle dolaşırım aralarında. Kimbilir nereleri gördüler, hangi olaylara ortak oldular. Sahiplerine ait kimbilir ne kadar sırla dolu birşekilde buraya gömülmüşlerdi. Bazılarını son anda buralarda olmaktan kurtaran kaportacı Hasan geldi aklıma. Aslında ona bir nevi cerrah da denebilir. Onun için vatanından kopup buralara gelmek kaçınılmaz olmuştu. Elinde küçük kahverengi valiziyle turist olarak giriş yapmıştı bu ülkeye. Bizim genel anlamda bildiğimiz, kendi ülkesinden kalkarak başka bir ülkeye geçici bir süre olarak giden ve de bir süredir biriktirimiş olduğu parasını harcayarak stres atan turistlerden biraz daha farklıydı kaportacı Hasan ve de arkadaşlarının durumu. Onlar da geçici bir süre için kendi ülkelerinden kalkıp başka bir ülkeye gelmişlerdi. Fakat ne zaman döneceklerini bilmiyorlardı ve bu belirsizlik onların normal şartlarda stres atan turistlere tezat her geçen gün daha da gerginleşmelerine sebep oluyordu. Bir diğer önemli farklılık da onlar buraya paralarını harcamaya değil, daha iyi bir hayat için para kazanmaya gelmişlerdi. Sürdürdükleri tutumlu hayat onları hayallerine götürecek en kestirme yollardan birisiydi. Büyük bir kazada ağır yaralanmış olan bir arabaya kaybetmiş olduğu eski güzelliğine kavuşturmak için gerekli müdaheleyi yaparken anlatıyordu bana bunları kaportaci Hasan. Elindeki çekiç ve de kerpeten öylesine haşır neşir olmuşlardı ki bu tip müdahelelere, belki birazcık abartı olacak ama biz gitsek onlar aynı takımı paylaşan iki alet sevgiyle iyileştireceklerdi hastalarını. Biraz ileride duran minibüs iyiden iyiye büyük bir kumaş parçasıyla sarmalanmıştı. Yeni boyanmış olmalı. İlk anda nazar değmesin diye belki de sakladılar onu bizden. Ya da fazla abartılı olmamakla birlikte onun tekrar hayata dönüşünü kutlayacaklardı. Sahibi kumaşın alınmasıyla ortaya çıkan minibüsünün güzelliği karşısında ona tekrar aşık olacak, onunla uzun bir yolculuğa çıkıp karısını üzecekti. Buranın işletmecisi, alacağı parayı alıp sevinecek, bir iki arkadaşıyla eğlenmeye gidecek, gece eve geç gidecek, o da karısını üzecekti. Sonra da bu kadınlar birleşerek bir dernek kuracaklar, haklarını savunup seslerini kamuoyuna duyuracaklardı. Böyle bir derneğe en çok hangi isim yakışırdı acaba?

Ben bunları düşünürken buranın işletmecisi Ahmet Abi dönmüştü geriye, bir iki can çekişen arabayı da yanında sürükleyerek. Çalışanlara bir iki nutuk attıktan sonra da yanıma geldi. Kucaklastık. Bundan sonra da tekrar edile edile artık törensel bir metin özelliği kazanmış olan konuşmanın bilmem kaçıncı kez tekrarını yaşadık.

-İşler nasıl gidiyor Ahmet abi?
-Eh nasıl olsun şu sıralar durgun biraz. Senin işlerin nasıl?
-Nasıl olsun, gidip gelip duruyoruz büroya. Yenge nasıl? Çocuklar ne yapıyorlar?
-Eh, nasıl olsunlar iyiler. Sen evlenmiyor musun hala ?
-Daha düşünmüyorum, yaz tatili bir geçsin de.
-Hayırlısı, nasip kısmet işi bunlar. Boşver koçum evlenip de ne yapacaksın?
Bu arada Ahmet abi yarım dakikalık bir sürede etrafındakilere direktiflerini sıralar.
-O contayı öyle sıkma. Falanca arabanın boyası ne oldu? Filanca parayı getirdi mi?

Bunun ardından acı bir kahve kırk yıl da geçse unutulamayacak bir iştahla içilirken konuluşacaklar da bellidir. Seçim günün getirdiklerine göre değişebilir. Ahmet Abi’nın “Ben Bir Zamanlar Senin Yaşındayken ve Hızlıyken” romanından alıntılar, “Ne Olacak Bu Türkiye’nin Hali” konu başlıklı bir konferans, “Arsa Alıp Üzerine Kocaman Bir Bina Oturtup Kocaman Paralar Kazanıp Mutlu Olma Sanatı” ya da “Latife’nin Yerine Geçmesi Gereken Yeni Adayın Sahip Olması Gereken Teknik Özellikler”le ilgili geyiklere taş çıkartacak bir muhabbet.

Biz Ahmet Abi’nin bir zamanlar başkarakter olduğu romanlarına geyikleri ortak ederken, homurdanarak bir araba yaklaştı yanımıza. Sahibinin üzerine titrediği gözlerimizi iyice kamaştıran tertemiz cilasından belliydi. Kapının açılmasıyla görüş alanımıza takılan ayakkabıların parlaklığı gözlerimizi bir süre daha kamaştırmış olsa da, bir zamanlar iş hayatında çok kilometreler devirmiş olduğu belli olan, takım elbisesi ve de kravatıyla bütünleşmiş kısa boylu, hafifçe göbekli müşteriyi farketmemize engel olamadı. Ben bu küçücük adamın bu kadar kocaman arabayı kullanırken aynı anda nasıl debriyaja basıp vites değiştirebildiğini düşünürken, arabanın yavaşça kapısını kapattı, ve de merak etme az sonra döneceğim dercesine kaportasına usulca dokununuverdi. Belli ki bir zamanlar şekil verilip hareket edebilme özelliği kazandırılmış olan bu metal kutuyla aralarında duygusal bir bağ oluşmuştu. Bize doğru yönelirken bir kez daha arkasına dönüp baktı, rahatsızlığından dolayı kaygılandığı yol arkadaşına. Ahmet Abi’nin müşterisinin hüznüne tezat, içten içe bir sevincin parıltılarını yakaladım gözlerinde. Sanıyorum devamlı müşteriler listesinde baş sırayı alıyordu, bizi kendimize getiren tok sesin sahibi.

Daha sonra isminin Hayrullah olduğunu, ve de deri ticaretiyle uğraştığını öğrendiğim hiç gülmeyen ciddi bakışlı adam Ahmet Abi’ye arabasının rahatsızlıklarını dile getirdi. Bunun üzerine Ahmet Abi yanından hiç ayırmadığı tütününü cebinden çıkardı. Ağız kısmı ince, yanan kısmı kalınca olan bir sigara sarıverdi göz açıp kapayıncaya kadar. Yükselen dumanlar arasında, yapılacak müdahelenin boyutlarını tespit edebilmek için bir ara motor kapağının arasında kayboldu. Sonra da arabanın altından tekrar beliriverdi. Bir sigara içme süresinde, bir dedektifin sırlarla dolu bir cinayeti çözmesinde gösterdiği titizlikte tanısını koydu, gerekli detayları müşterisine aktardı. Arabası kadar cüzdanını da çok seven dev arabalı küçük adam, yılların vermiş olduğu tecrübeyle pazarlık için ilk ana cümleyi kurdu:

-Biliyorsun en ufak şeyde sana geliyorum hep. Yabancı sayılmayız artık.

Ahmet Abi de yıllarca darağacında biriktirmiş olduğu pazarlığı sonuçlandıracak en kesin cümlelerden bir kaçını dile getiriverdi:

-Hayrullah Abi, ben de zaten bundan dolayı sana indirimli fiyat söyledim. Başkası olsa samimi söylüyorum bu fiyata anahtar çevirmem. Bir kahve içelim. Nasıl alırsın abi kahveni?

Bunun ardından itiraz etmeyip kahvesini sütsüz ve de şekersiz içtiğini söyleyen Hayrullah Bey, bu kısa pazarlıktan mağlup çıkmayı kabul etmiş gibi gözüküyordu. Belki de bu hafta satacağı deri ceketlere fazla göze batmayacak biçimde bir fiyat artışı uygulayıp, yaşamımızda önemli bir yer işgal eden alış veriş zincirinde kendince biraz önce zarar ettiği parayı telafi edecekti.
-Senin kahven nasıl olsun Metin? Keyifli keyifli sormuştu Ahmet Abi.
-Sağol ben almayayım. Biraz önce içmiştim,diye cevapladım.
Az önce kahve almaya giden Ahmet Abi’nin işçilerine verdiği emirler kulaklarımızda yankılanıyordu. Hayrullah Bey birazcık sohbet edebilmek amacıyla yanıma yaklaştı:
-Yeğenim ne işle meşgulsun?
-İnşaat mühendisliğini bitirdim geçen sene. Bir yıldır çalışıyorum.
-Az möhendis çalıştırmadım yanımda ben İstanbul’dayken. Hepsi senin gibi okumuş çocuklardı.İyi kazanıyon mu bari?
-Bereket versin.
-Yeğenim bizim şeherden geçen sene bir arsa aldım. Takriben beş yüz metrekare felan, hemi de pek ucuza. Üzerine çift daireli beş katlı şöle gocaman bir apartuman yaptıracam. Sen bilirsin şimdi böyle bir binaya kaç kilo demir gider?
-Şimdi benim bunu hesap edebilmem için öncelikle bir mimari projeye ihtiyacım var, diye cevapladım, fazlaca bu konunun üzerinde durmaz umuduyla. Önce gözlerinin içi parladı, sonra da göbeğini biraz daha öne çıkartarak konuşmasına devam etti.
-Yeğenim şimdi siz yıllarca öniversitelerde okuyorsunuz, size bunları öğretmiyorlar. Bizim köyde bir usta var, Allah inandırsın hiç eline kağıt galem almadan yapardı binaları. Zaten okuması yazması da yoğudu garibin. Hatta gasabadaki belediye konağını da o yaptıydı. Heç okula gitmediydi emme imkanı olaydı sizin gibi möhendislere porofesör olurdu kesin.
-Apartmanı da mı ona yaptıracaksınız?
-Nerde yeğenim. Geçen sene bir deprem olduydu. Belediye gonağının yan duvarı gaymakamın arabasının üzerine devrilmis. Şikayet etmişler diplomasi neyim yok diye. İçeriye almışlar. Gerçi ölen yiten olmadı. Allah’tan gelene sual olunmaz, kul ne yapsın? Şu körpüde duran senin araban mı yeğenim?
-Evet benim.
Biraz gözlerini Latifemde gezdirdikten sonra:
-Kaç model yeğenim? Baya eski galiba.
Sözlerinde küçümsemeye dair alaycılığın dozunun gittikçe arttığını sezmiştim.
-Evet oldukça eski, sanırım siz doğduğunuzda üretmişler bu modeli. Artık ömrünü tamamladı oldu. Allah size uzun ömür versin.
Hayrullah Bey derince bir öksürükle karşılık vermeyi yeğledi. Ben de zaten desteğe ihtiyacı olan Latifemin morali daha fazla bozulmasın diye Hayrullah Bey’i kendi cüssesinden büyük egosuyla başbaşa bıraktım.

İşte buradayım şimdi, birçok yerler görmüş bu rengarenk metal kutuların hiç de alışkın olmadıkları durgunluklarının etrafa yaydığı o ağır havanın içerisinde. Başka arabalara hayat verebilecek işe yarar parçaları olduğu sürece arada bir, bir yabancı gelip yanlarına, ziyarette bulunacaklar. Oysa bir zamanlar birlikte oldukları sahipleri onları çoktan unutmuştu. Kendilerine başka birer yol arkadaşı bulmuşlardı sanırım. Ya da onlar da aynı sonu paylaşmışlardı.

Kendilerinden ufak tefek parçaların kopartılıp alınmasına ses çıkarmaryan bu kutucuklar sonlarını hazırlamış olan son yolculuklarında yaşanmış olanlar konusunda da aynı sessizliklerini koruyorlardı. Savaşta esir düşen askerlerin tüm işkencelere rağmen sırlarını açığa vurmadıkları gibi, artık sesi soluğu kesilmiş bu arabalar da kendilerinden sökülüp alınan her parçada daha da suskunlaşıyorlar, belki de bir zamanlar yaşamış oldukları güzel günleri düşünüp dayanmaya çalışıyorlardı.

Onları yollardan ayıran o son olaylara ait delillere göz gezdirip aklımda değişik senaryolar üretmeyle meşgulken beynim, bir ara, yorulduğumu, kanımdaki eksilmiş olan nikotin miktarını tekrar eski seviyesine yükseltme zamanının geldiğini hatırlattı. Bir zamanlar kırmızı olduğunu mütevazzi bir şekilde saklamaya çalışan, iyiden iyiye ezilmiş ve de büzülmüş haliyle kimliğini belli etmeyen, ancak gözüme çarpan logosundan çok soylu bir dünyadan geldiği belli olan arabaya doğru yöneldim. Etrafındaki herkeslere ve de herşeylere küsmüş, kendi iç dünyasına kimseyi almak istemezcesine izin vermedi önce içeriye girmeme. Biraz ısrar edince de inadı kırıldı kapının. Herşeye rağmen rahatlığından ödün vermemiş olan koltuğa iyice yerleştim. Önce kollarımı direksiyonun üzerine bıraktım, sonra da başımı. Kısa bir süre gözlerimi kapatıp bir an için de olsa bir sessizliğe gömüldüm. Cebimdeki paketten inatla çıkmamaya çalışan son sigaramla bölündü sessizliğim. Artık görevini yerine getiremeyen çakmağına takıldı gözlerim arabanın. Sonra da sahibinin de benim gibi aynı kötü alışkanlığa sahip olduğunu usulca fısıldadı kulağıma elime değen küllük. İçeride yükselen dumanlar arasında hafifçe camı açtım. Oturduğum koltuğa iyice yerleştim. Motor kapağının açık olması önümdeki manzarayı izlememe engel olsa da hafifçe kir tutmuş solumdaki penceremden gözlerim arada birşeyler yakalamaya çalışıyordu. Birden ortalık karardı. Bir iki kez bir ışık demeti belirdi. Ardından da kulaklarımın zarını şiddetli bir şekilde titreten gürültü. İçeriye sızan yağmur damlalarına engel olmak için olan gücümle camı kapatmaya çalışırken duyduğum acıklı mekanik sesler, içerisinde bulunduğum arabanın bizi apansızca kuşatmış olan kömür siyahi bulutlardan ulaşan su damlaçıklarının ona tekrar hayat vereceği hayaline kapıldığına inandırdı beni. İyiden iyiye bastıran yağmur arabanın tavanına değdikçe, kocaman bir trompetin içinde oturduğum hissini uyandırdı bende. Çoktan sönmüş olan sigaramdan geriye kalmış olan duman kokusunu, açmaya cesaret edemediğim camların çevrelediği bu küçücük mekanda bir süreliğine de olsa çekmek zorunda olduğumu anlamıştım.

İyice ıslanmakta olan ön cam, apansızca yağmura yakalandığım günlerde dünyayı bana olduğundan daha bulanık gösteren gözlüklerimi hatırlatırken, yavaş yavaş ön motor kapağının aşağıya doğru indiğini farkettim. Önce, uzun açık kahverengi paltolu birisi takıldı gözlerime.Bir süre sessizce durduktan sonra bana doğru yaklaşmaya başladı. Önce kendisine acilen yedek bir parçaya ihtiyacı olan bir müşteri olabileceği aklıma geldi. Yanıma yaklaştığında yüzünün kanlar içinde olduğunu farkettim. Kalp atışlarım gittikçe hızlanıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım ama korktuğumu yine de belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. Belli ki yardıma ihtiyacı vardı. Önce tereddüt ettim sonra da cesaretimi toplayıp yavaşça camı açtım. Hava oldukça soğumuştu, kısa aralıklarla havaya karışan buğudan nefes alıp vermekte güçlük çektiğini anlıyordum. Üstü başı dağınıktı. Telaşlı bir şekilde iyice yanıma yaklaştı. Kan kokusunu duyabiliyordum. Yağmur damlalarını işitmiyordum artık. Sadece kulağıma ulaşan hafifçe öfke ve de umutsuzlukla dolu pek de anlamlandıramadığım bir soruydu.
-Kahretsin, çalışmıyor değil mi?
Ne olup bittiğini anlayamadığım bir olayın ortasında bulmuştum kendimi. Belki de bir rüyanın ortasındaydım ve de artık uyanma vaktim gelmişti.Ama hala buradaydım, gidememiştim. O titrek ve de telaşlı ses beni tekrar, asıl ait olduğum yere ve de zamana gitmeme izin vermiyordu.
-Tekrar bir daha denesek.
-Yaralısınız. Acilen hastaneye gitmemiz gerekiyor, diyebildim.
-O kadar önemli birşeyim yok, dedi, eliyle yüzündeki kanı silerek. Bir daha denesek. Belki bu sefer çalışır. Zaten hastaneye gidiyordum. Eşim doğum yapacak. Ona yetişmem lazım.
Önce elim kontaktaki anahtar demetine doğru yöneldi. Oysa ben bu arabaya binerken bu anahtarları farketmemiştim. Sonra da sağ koltukta darmadağın olmuş olan gül demetine takıldı gözlerim. Hala ışıkları yanmakta olan radyodan ses soluk çıkmıyordu. Bir iki kez kararıp beliren ekranı daha sonra da tamamen karanlığa gömüldü. Hafifçe kontağı çevirdim. Bir kaç kez gaz pedalına dokundum. Sanıyorum arabanın motoru çoktan radyonun kaderine ortak olmuştu. Olup bitenlerden, ve de yakınımdaki yabancının telaşlı durumundan, bu arabanın çalışmasının önemli olduğunu anladım. Hem de en kısa zamanda. Nasılsa daha sonra olup bitenleri anlarım diye düşündüm ve de motora göz atabilmek amacıyla arabadan indim.
-Dur bir de ben bakayım şu motora.
Hafifçe sendeleyerek geriye doğru çekildi. Acı çektiği belliydi. Sanırım bacağı da yaralanmıştı.

Uzaklarda, bir yanıp bir sönen mavi ışıklara takıldı gözlerim. Şiddeti gittikçe artan siren sesleri bölüyordu gecenin sessizliğini. Yağmur bir süre sonra dinmiş, hafifçe esen rüzgar siliyordu yüzümüzdeki damlaları. Tam motora doğru yönelecektim ki omuzumda elini hissettim. Gitmemi istemiyordu. Geriye dönüp baktım. Umutsuzluğa gömülmüş gözleri birşeyler söylemek ister gibiydi.
-Boşver uğraşma artık. Zaten çok geç. Beni almaya geliyorlar.

Bu teslim olmuşluk beni üzmüştü birden. Hiç tanımıyordum bu yabancıyı oysa. Kimdi? Neredendi? İsmi neydi? Biz neredeydik? O kadar çok soru vardı ki cevapsız kalan. Tek bildiğim, bir süre önce yaşamış olduğum korkunun yerini bir hüznün almış olmasıydı. Çaresizliğin verdiği bir hüzün.
-Senden sadece bir isteğim olacak, son bir isteğim. Karıma onu ne kadar çok sevdiğimi söyler misin? Onu son anıma kadar düşündüğümü?

Biran durakladı, derince bir nefes aldıktan sonra devam etti:
-Oysa tartışmalarımız ne kadar gereksizmis. Biliyorum onu zaman zaman çok kırdım.
Biraz önce acı acı bağıran siren sesleri kesilmişti. Bir yanıp bir sönen mavi ışıklar yüzümüze yansıyordu. Vedalaşma zamanımız gelmişti artık. Son kez kulağıma doğru eğildi, ve de hafızamda tutmamı istediği bir telefon numarasını fısıldadı. Evinin numarasıydı. Emin olmak için de bir iki kez tekrarlattı. Minnet dolu gözlerle uzandı sedyesine, ve de huzur içinde kapattı gözlerini.

Karanlığın derinliğinde az sonra kaybolan ışıkların ardından bakakalmıştım. Sahnedeki bir oyunun ardından bir iki saatliğine, gördüklerini tekrar yorumlayıp anlamaya çalışırken birden tiyatro salonunda tek başına olduğunu farkeden bir seyirci gibi ben de tek başıma kalıvermiştim, önümde nereye uzandığını bilemediğim geniş bir yolun ortasında.

Yüzüme ulaşan bir kaç damla yeniden bastıracak bir yağmurun habercisiydi. Tekrar kendimi attım arabanın içine. Hafifçe radyoya bir iki kez vurdum belki bana anlatacak birşeyleri vardır diye. Oralı olmadı. Biraz önce yaşadıklarımdan olsa gerek oldukça gerginleşmiştim. Düşüncelerime dalmıştım tekrar, biraz önce olup bitenlere belki bir anlam bulabilirim umuduyla. Birden kendime geldim hızlıca açılan kapının ardından. Ahmet Abi’ydi, gülümseyerek:

-Ne o koçum, dalmışsın. Haydi gözün aydın, Latife’nin işi tamam. Seni bir yarım sene daha götürür. İçeriye gidelim de sana bir kahve vereyim. Üşümüşsündür burada.
Acele acele arabaların arasından yürürken birden Ahmet Abi’ye biraz önce içinde oturduğum arabanın sahibini sordum.

-O araba mı? Yanlış hatırlamıyorsam, genç bir avukatındı. Karısının doğumuna yetişeyim derken kaza yapmış. Hastaneye götürürlerken de yolda vefaat etmis. Allah kimseye yaşatmasın böyle bir acıyı.

İçeriye girdiğimizde Latife’ye takıldı gözlerim, yine beraber düşecektik yollara, yarım seneliğine de olsa.

Mesut Balık

 (Oda Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır)

1 yorum:

Min'el Lâ dedi ki...

Ortak kaderli/kederli kadınların derneğine isim bulmak üzereyken o cümleye* denk gelip "evet sayın seyirciler, yeni mezunun hanesine bir sayı daha eklendi" diye tarafsızlığını yitirmiş bir yorumcu(okuyucu) edasıyla anonsumu tamamladığım stadın orta yerinde gülümsemeye başlamışken, aniden önüme çıkan bir avukatın marifetiyle mideme aldığım yumruk darbesi sonucu yere yığıldım. Uyandığımda doktor bilincimi açık tutmak için sürekli adımı,yaşımı ve ev telefon numaramı soruyordu bilinçsizce bir kaç sayı söylediğimi hatırlıyorum,hepsi bu...


(*)
"-Evet oldukça eski, sanırım siz doğduğunuzda üretmişler bu modeli. Artık ömrünü tamamladı oldu. Allah size uzun ömür versin."