28 Temmuz 2011 Perşembe

BİR AKŞAMÜSTÜ

Yürüyorum ben şimdi, amaçsızca, amaçla acele acele evlerine doğru yönelmiş kalabalığa karşı. Sanki onlar bana soğuk bir rüzgar ulastırıyorlardı, üşüyordum hafifçe. Hala hayatta olduğuma dair bir kanıttı bu. Karanlık çökmüştü, belki de yüzüme çöken hüznü saklıyordu bu karanlık. Bu kalabalık insan seli beni farketmiyordu belki, ama ben onları izliyordum, adeta yarışırcasına birbirlerini geçip gitmelerini. Biraz ileride bir çöp torbasının etrafında dolaşan iki köpeğe takıldı gözlerim. Sanki beni farketmişlerdi de bana, biz bu akşam amaçsızca dolaşıyoruz, o sokak benim, bu sokak senin, istersen takıl bize diyorlardı, aldırış etmedim. Dükkanlar kapanmıştı, ama vitrinlerin o ilgi uyandıran ışıkların altında bekleyen mankenler gitmemişlerdi. Belli ki her zaman yaptıkları gibi sabaha kadar hiç kıpırdamadan bekleyip, caddeden gelip geçenlere bakacaklardı. Acaba beni de yanlarına alırlar mıydı diye düşündüm.

Üzgündüm evet, belki de öfkeliydim de. Bana yemek sırasında söyledikleri hala beynimin kıvrımları arasında dolaşıp duruyordu. Ben acaba yemek yemiş miydim? Ne önemi vardı ki aslında. O güzelim gözlerinde bu sefer sevinç yerine, bir zamandır söylemeyi istediği şeyi, acaba nereden başlasamın tedirginliği vardı. “Metin” dedi bana, daha da gözlerimin içine bakarak, “uzun zamandır sana söylemek istediğim bir şey var“ diye ekledi. Benim gözlerimse merakla ona bakarak “söyle demişti”. Acaba ne söyleyeceğini anlamış mıydım ben?

Son zamanlarda herşey eskisi gibi değilmiş, gittikçe birbirimizden uzaklaşmışız, ve sevgilim bana karşı ne hissettiğinden pek de emin değilmiş. Beni kırmaktan korkuyormuş, bu yüzden bu söyleyeceklerini geciktirmiş. Yine de beni daha fazla üzmemek için herşeyi dürüstçe söylemek istemiş. Onu yanlış anlamamalıymışım, o beni çok düşünüyormuş. Bundan sonra iyi birer dost olabilirmişiz, iyi birer sevgili değil ama iyi birer dost. Yanlış anlamamalıymışım, benim bir suçum yokmuş, duygular zamanla değişebilirmiş.

Bütün benliğim hayır diyordu onun bu söylediklerine. Herşeye rağmen bari sen varsın diye avunuyordum ben. Canım sıkkın olunca sesini duyabilmek için saatlerce uzun telefon kuyruklarında bekliyordum. Bunları ona diyemedim. Sadece seni anlıyorum, demiştim, yoksa anlamıyorum mu demiştim?

O, sanki kendini suçlu hissetmemek için bana teselli kokan, özenle seçilmiş kelimelerden oluşan cümleler kuruyordu. Bense onu duymuyordum artık. Aklımda bir sahne canlanıyordu, bir Türk filminden. İkimiz de çok şık giyinmişiz, lüks bir restorandayız, sanki ikimizden başka kimsecikler yok. Uzunca birbirimize bakarak, hiçbirşey demeden kibarca birşeyler yiyoruz, arada bir çatal ve bıçak sesleri bu sessizliği bozuyor. Sonra ben ona bakarak onu sevdiğimi söylüyorum. O ise heyecandan birşey diyemiyor, susuyor ve sadece gözleri buğulanıyor. Ben de o zaman anlıyorum onun da beni sevdiğini.

Yavaş yavaş onun söylediklerini duymaya başlıyorum yine. Biran bana Mesut’un bu gece bir doğum günü partisi verdiğini söylüyordu. Fakülteden arkadaşlar da gelecekmiş, çok güzel olacakmış. İstersek birlikte gidebilirmişiz, ama sadece iyi birer dost olarak.

Bu gece Mesut’un o sevimsiz doğumgünü partisine katlanamayacağımı anladım. Ona bu gece bir işim olduğunu, gelemeyeceğimi söyledim. Acaba inanmış mıydı bu yalanıma? Hissediyordum, biliyordu gelmek istemeyeceğimi. Hesapları ödedik, birer dost gibi sarıldık birbirimize, ve birer dost gibi de ayrıldık.

Bu gece eve dönmek istemiyorum. Benim ev arkadaşlarım, ve onların arkadaşları toplanmışlardır, hergün aynı parçaları çalan aynı radyo kanalını açmışlardır, tatlısına kağıt oynuyorlardır. Hırsla masaya atılan kağıtların sesini duyar gibi oluyorum. İçeriye girdiğimde nerede kaldığımı soracaklar, sonra yengemiz nasıl diyerek gülüşecekler. Ben cevap vermek istemeyeceğim, sadece yorgun olduğumu söyleyeceğim. Zaten onlar da aldırmadan yine aynı hırsla kağıtları masaya atmaya devam edecekler.

Kendi kendime “çıkarın bu evin tadını“ diye söyleniyorum. Az kaldı, yakında parklarda yatar kalkarız, siz de o zaman çimlerin üstünde kağıt oynarsınız. Ev sahibim, pek yalan söylemeyi beceremiyordu, ama ne önemi vardı bunun. Kendileri yerleşeceklermiş eve, kusura bakmamalıymışız. Emekli olacaklarmış ve kaldıkları lojmandan çıkmaları gerekiyormuş. Kesin karısından çıkmıştır bu yalan, çünkü kendisi yalan söyleyemeyecek kadar iyi kalpliydi. Ben asıl nedeni biliyordum ama ona söylemedim. Sanki birazcık da acımıştım ona, yalan söylemek zorunda kaldığı için.

Kiralık ev için görüşmeye gittiğimiz ev sahipleri sanki önceden anlaşmışlar gibi bekara ev vermediklerini söylüyorlardı. Her defasında içimde dayanılmaz bir arzuyla şöyle demek istiyordum:

Pardon beyefendi, sizin kızınız var mı?”
O da hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırarak:

Niye sordunuz?”, diyecek.

Ben de:

Kızınız varsa ben onunla evleneyim, sonra sizin evi tutalım”, diyorum.

Bunun ne kadar komik olacağını düşünerek biran gülümsüyorum.

Caddelerdeki kalabalık iyice azalmıştı. Sokak lambaları ve caddeden geçen arabaların farları karanlığa direniyorlardı adeta. Epey yürümüştüm, ayaklarım yorulmuştu, duyuyordum, dinlenmek istediklerini.

Çevrede yükselen ve boy gösteren o beton binalara inat, mütevazı bir şekilde kendini saklayan parka daldım. Yere döşenmiş taşlar, üzerinde çöp tenekesi yazan yeşil renkli teneke kutuları, ağaçlara eşlik eden lambalar, gelin biraz oturup dinlenin diyen ahşap banklar, buranın da şehrin bir parçası olduğunu söylüyorlardı. Bazı lambalar bozulmuştu, benim arkamda yanan lamba ise sönmemek için direniyordu. O ışıkta titreyen gölgeme baktım. Sanki beni terketmeye hazırlanıyordu, kararsızdı belki ama, bana beni takip etmekten bıktığını söylüyordu.

Birden sessizliği bölen bir sesle kendime geldim:

Boyayalım mı abi?”

Küçük omuzunu sarkıtan, üzerinde Fenerbahçe Kulübünün posteri olan ayakkabı boyası sandığı, bir elinde oturmak için taşıdığı taburesi olan, ufak çelimsiz bir çocuk. Üzerinde de, bu çocuk bu soğukta üşümüyor mu dedirten hafifçe yırtıkları olan incecik bir kazak. Bana, haydi abi evet de, ayakkabılarını boyayayım, senden aldığım parayala bir iki ekmek alıp eve götüreyim der gibi bakıyordu. Bu bakışlara hayır diyemedim, ve sevinçle ayakkabı boyası sandığını önüme bıraktı, taburesine sevinçle yerleşti. Sevincini, boya olmuş, soğuktan çatlamış ellerinde gördüm. Hafifçe arabesk mırıldanıyordu, arada da bir fırçasıyla ahşap sandığa vurup ritm tutuyordu. Ne de özenle yapıyordu işini, hayran oldum. Bir iki lak lak ederiz düşüncesiyle ismini sordum:

Umut”, dedi.

O da bana kim olduğumu sordu. “ Hüzün “ diyecektim ama demedim “Metin“ dedim. Kaça gittigini sordum “ilkokul” dört, dedi. Okul ona göre değilmiş, çalışıp para kazanması gerekiyormus. Sanki büyümüştü de küçülmüştü. Onu anlıyor muyum acaba diye düşündüm biran. İşini bitirmiş olmanın verdiği mutlulukla sandığını topladı. Çıkarıp cüzdanımdan para verdim. Şimdi buralarda bir başkasını bulup ayakkabılarını boyamasına gerek kalmasın diye biraz daha para verdim, evin yolunu tutar umuduyla.

Kendimi tekrar caddelere attım. Bağırmak istiyordum, duyun beni insanlar, ihtiyacımız olan şey işte bu, umut. Haydi çıkıp gelin saklandığınız yerlerden, dinleyin beni , umut, umut... Birkaç yolcusuyla önümden geçen belediye otobüsü, sanki bağırmama izin vermemek için daha da bir gürültüyle geçti önümden, geride egsozundan dağılan pis bir kokuyu bırakarak.

Amaçsızca aksamcıların takıldığı sokaklara attım kendimi. Burası adeta gündüzleri uyuyup, geceleri uyanıyodu. Şehrin bu saatlerdeki durgun yerlerine göre buraları daha da bir canlıydı. İçerdeki insanların amaçsız kahkahalarını duyuyordum. Birbirlerini duymalarına engel olan müzik sesini işitiyordum da sanki içimden yükselen sesleri bastırmaya çalışıyordu. Az ileride bir adamı apar topar dışarıya attıklarını gördüm. Sanki adam düştüğü yerden memnun kalmış gibi öylece yatıyordu hiç kımıldamadan. Biraz daha yürüyünce bir kızın dışarıya fırladığını gördüm ardından da bir delikanlı. Kıza birşeyler söylüyordu, kız çantasına bir elini koymuş, gitmeye çalışıyordu. Genç adam kızın bileğinden tuttu. Biraz bağrıştılar, sonra tekrar içeriye girdiler. Bir iki kişi bir kokoreçcinin başında toplanmış az sonra midelerine atacakları kokorece iştahla bakıyorlardı. Kokoreççi de az sonra cebine atacağı parayı düşünerek daha da bir iştahla hazırlıyordu ekmekleri.

Birden önümde bir kız çocuğu beliriverdi. Bir elinde, manavlardaki o ucuz naylon torbalardan vardı, diğer elinde bir selpak mendil. Üzerinde kendisine oldukça büyük gelen, kapşonlu kırmızı bir gocuğu vardı. Ellerini göremiyordum. Saçları sarıydı, dağınıktı, ışıl ışıl parıldayan gözlerini görebiliyordum.

Selpak mendil ister misin abi?”, diye sordu.

Uzattığı eli geri çevrilemeyecek kadar masumdu.

Ver iki tane”, dedim

Sevinçle torbasından bir selpak mendil daha çıkarıp verdi Uzattığım parayı dikkatle aldı, gocugunda emin bir yere sakladı. Ağlamak aklımdan geçmemişti, ama gözlerim mendilleri görünce ağlamak istedi:

Senin ismin ne küçük kız”, diye sordum.

Sevgi”, dedi.

O bana ismimi sormadı. Sorsaydı “öfke“ demek isterdim, ama demezdim “Metin“ derdim. Birden kaybolup gitti.

İçimde yine o bağırmaya dair istek uyandı. Sevgi diyerek avazım çıktığınca bağıracaktım. Çıkın dışarıya, beni dinleyin, kendi gürültünüzü değil. Sevgi diyecektim ihtiyacımız olan, haydi toplanın buraya. Yanımdan, ellerinde kokoreçleriyle geçen birkaç akşamcının kahkahaları içimde yükselen sesi bastırıyordu. Ne düşündüğümü onlara söylesem, acaba benim delirdiğimi mi düşünürler, diye düşündüm.

Bu caddeyi severim ben, kaldırımları geniştir. Gündüzleri o kadar kalabalıktır ki, insanların birbirine çarparak geçmesi adeta doğal bir davranış haline gelmiştir. Kimsenin ne pardon demeye ne de önemli değil demeye hali ve vakti vardır. Çevredeki apartmanların kiminin ışıkları sönmüştü, kimininki yanıyordu. Işığı yanan bir daireye doğru kafamı çevirerek baktım. Ne yapıyorlardır diye düşündüm. Belki de pembe bir diziye takılıp kalmışlardır, ya da oturdukları yerde uyuyup kalmışlardır da evin lambaları hırsızlara karşı nöbet tutuyorlardır. Gündüzleyin üstünden geçtiğim yaya geçidinin altından geçtim. Yaktıkları ateşin etrafında ısınmaya çalışan çocukları gördüm. Gözlerim, insanlar karşıdan karşıya geçerken üst geçidi kullansınlar diye yapılmış olan, yolu boydan boya bölen demir parmaklıklara takıldı. İçlerinden en bakımlı olanı sanki bana, sağol Metin, sen bugün üst geçidi kullandın, arkadaşlarım adına sana teşekkür ederim, diyordu.

Karşıdan bir çocuk sesi duydum:

Taze, sıcak kestane”

Ben bugün birşeyler yemiş miydim? Aç olduğumu hissettim. Demir parmaklıkların üzerinden atlayarak karşıya geçtim. Acaba şimdi o en bakımlı olan demir parmaklık bana “Metin bizi hayal kırıklığına uğrattın, arkadaşlarım adına seni kınıyorum“ der miydi?

Abi, sıcak, taze kestanelerim var. İster misin?”, diye sordu.

Ver bakalım”, dedim.

Sanki bu çocuklar beni evlerinde ağırlıyorlardı. Adeta bana, Metin abi sen bu akşam şu ilerideki sokakta uyu, sonra sabahleyin bu üst geçidin altında beraber kahvaltı ederiz, diyorlardı.

Kestaneci çocuğun eldivenlerinin uçları yoktu, bir atkıyla boynunu iyiye sarmıştı. Arada bir ısınmak için ellerini, kestaneleri pişirdiği ateşe yaklaştırıyor, sonra ellerini birbirine sürtüyordu. Tezgahındaki terazi, bir antikacıdan alınmış kadar eskiydi. Elindeki maşayı ustalıkla kullanıyor, her kestaneye aynı derecede özen gösteriyordu. Merak ettim kim olduğunu, ismini sordum. “Şefkat“ dedi. O bana sormadan benim ismim “yalnızlık“ diyecektim, demedim. Sadece “Metin“ dedim.

Birazcık ısınmıştım, taze kestane kokusu ciğerlerime dolmuştu. Yürürken çocuğun, taze sıcak kestane deyişini duyuyordum.

Apartmanların zillerine birer birer basmak geldi içimden. Uyanın diyecektim, uyanın. Beni dinleyin, ihtiyacımız olan şey şefkat. Haydi birbirinizi uyandırın, sarılın birbirinize. Biran bir çarpmayla irkildim. Dönüp arkama baktım, az önce bana çarpmış olan adam da bana baktı. Gözlerinde bana, yolumdan çekilsene deyişini gördüm. Sonra koşarak, hızla uzaklasarak gitti.

İçimden eve biran önce gitmek için bir istek uyandı. Ev arkadaşlarıma ve onların arkadaslarına anlatmak istiyordum, umut demek istiyordum, sevgi, şefkat. Ama biliyordum, şimdi uyumuslardır, birisi koltukta, birisi koltuğun yanında, birisi kendi yatağında. Acaba benim yatağımı kim kapmıştır ? Ama olsun ben onları uyandırırım. Gerekirse kollarından tutar, yattıkları yerden kaldırırım, baktım olmadı yüzlerine soğuk su damlatırım. Onları uyandırmalıydım, birileri birilerini uyandırmalıydı. İçimde bir heyecanla evin yolunu tutuyorum.

Mesut Balık

2 yorum:

Min'el Lâ dedi ki...

"birileri birilerini uyandırmalıydı" tam da olması gerektiği gibi konulmuştu nokta.

Hanenize bir uykusuz daha eklenmiştir Mesut Bey. Vesile olan kaleminiz hakkı için rızası üzerinize olsun...

Selamlar

Sefil dedi ki...

sanki film izliyormuş gibi okudum öykünüzü. Metin ete kemiğe büründü hayalimde. biraz film biraz roman tadında olmuş.

tebrikler..

ilhamınız daim olsun