28 Temmuz 2011 Perşembe

BİR ÇİÇEĞİN HİKAYESİ

Yine güneş yüzünü göstermemişti. Acaba günlerden ne diye merak etti, takvimin asılı olduğu, içinde değişik değişik çiçek motifleri barındıran adeta bir bahçeyi anımsatan hafifçe solmuş kağıtlarla kaplı duvara doğru yöneldi. Önemli milli ve dini bayramların yazılı olduğu fon niteliğindeki karton, üzerindeki rengarenk çizilmiş motiflerle çoktan bu duvarın bir parçası olmuştu. Yine de yaz kış farketmeden hergün bir yaprak dökülürdü bu takvim demetinden. Bugünün tarihini gösteren yaprağı diğerlerinden ayırdı. “Ne garip daha önceden kopardığım yapraklardan pek farklı degilsin aslında, ya senden sonrakiler ?”, diye içerledi. Yaprağı çevirdi, güzel bir yemek tarifi. “Neyse bari bugün yapacağım yemek farklı olacak “, diyerek tebessüm etti.

Kayınpederiyle kayınvalidesi bir zaman önce Türkiye’ye tatile gitmişlerdi. Ayrılırlarken bir parça özgürlük, biraz zaman, bir iki de nasihat bırakmışlardı. Kahvaltı bulaşıklarına doğru yürüdü. “Şimdi sizi yıkamak gelmiyor içimden, başınızın çaresine bakın”, diyerek hafifçe gülümsedi. Sonra da yatak odasına doğru ilerledi. Hergün aynasında süslendigi dolabından gizlediği yerden bir sigara çıkarıp yaktı. Kimi bunu efkardan içermiş, kimi de neşeden. O ise şu anki özgürlüğünün bir simgesi olarak içiyordu. İlk sigara yakışı geldi aklına, Yusuf’un paketindeki son sigarayı paylasmışlardı, hafifçe başı dönmüstü.

İçinde pek de bir arada olmayı istemeyen eşyaların olduğu oturma odasına döndü. Annesinin dikip hediye ettiği, her kıvrımında sarfedilmiş göz nurunun okunduğu perdeleri sonuna kadar açtı, bir sahnenin perdelerini açar gibi. Dışarıdaki hayatı izledi bir süre. Her sabah hiç üşenmeden köpeğini gezdiren yaşlı adam yine dakikti. Az sonra sırt çantalarıyla ilerleyen, rengarenk bir grup çocuğu gördü. Bisikletli kadın yine kapı kapı gazete dağıtıyordu. Sonra yine kendinden emin, hızlı adımlarla yürüyen, bir elinde siyah çantası, bir elinde cep telefonu o güzel kadını gördü, sonra kendine baktı.

Bu sahneyi bölen telefon sesiydi, irkildi. İki sokak ötedeki Yozgatlı Emine Teyzeydi. Salı pazarında ucuzluk varmış, ”millet kapışmadan gidelim”, diyordu. Canı istemiyordu pek. “Evde yapılacak işlerim var”, dedi, yine de bir iki ufak sipariş vermeyi ihmal etmedi.

Kulağı saatin sesine takıldı. Ne kadar da gürültüyle çalışıyordu, sanki her geçen anı hatırlatmak zorundaymış gibi. Huzursuz oldu, gitti müziği açtı. Orhan Gencebay’dan bir parça çalıyordu, sözlerine eşlik etti:

Geri dönmez artık giden sevgililer,
Her umut ufkunda ağlıyor gözler...

Ocaktaki kaynayan suyu duyunca, mutfağa doğru gitti, bir çay yaptı kendine, hem de tavşan kanı. Pencerenin kenarında duran, sanki özellikle onun için yapılmış olan koltuğa şöyle rahatça yerleşti, bir yudum aldı çayından. “Ne de güzel olmuş”, diyerek hafifçe gururlandı. Mahalledeki kadınlar bayılırlardı, ”senin çayından içmezsek kafamız çalışmıyor, alış veriş yaparken hesabımızı şaşırıyoruz, akşam da bizim adamlardan azar işitiyoruz”, diyerek gülüşürlerdi. Geçmişlere uzandı, olabildiğince gözlerini uzaklara çevirerek. Buralara ilk gelişi canlandı zihninde. Herşey ilkti onun için, baba ocağını terk edişi, doğup büyüdüğü yerlerden ayrılışı, uçağa binişi... “Nasıl havada kalıyordu bu koca şey “, diye hayret etmişti. Havaalanına indiğinde sersem gibiydi, gördüğü kalabalık daha da bir sersemleştirmişti onu. Ne kadar büyük bir yerdi burası, ve kendini ne kadar da küçük hissetmişti. Ne kadar çok insan vardı, ve ne kadar da yalnızdı. Pasaport kontrolünden geçerken üniformalı adam bir şeyler soruyordu,
anlamamıştı ne dediğini. İçindeki tuhaf duygular sarmıştı tüm benliğini, belki de duymamıştı söylenenleri. Biraz geride duran yuvarlak gözlüklü genç bir adam yardımcı olmuştu.

Valizlerini aldıktan sonra cam duvara doğru yaklaşmış, biran durup etrafına son kez bakmış, sonra da korkak adımlarla, arada bir gerçeğe açılıp kapanan kapıya doğru ilerlemişti. Defalarca sesini telefonda işittiği kocasıydı onu bekleyen, gülümsüyordu. “Şimdi ne yapmalıyım?”, diye düşünmüştü. Ona sarılmalı mıydı, sadece elini mi sıkmalıydı, yoksa...

Çayı bitmişti, biraz önce çalan kaset de durmustu. Herşey bitmişti aslında. Yusuf’u düşündü, şehri terkedip gitmişti evleneceğini duyunca.”Bir daha dönmez buralara”,demişlerdi, sanki dünya durmuştu.

Gözleri perdelere takıldı, açılmış perdelere. “Kızım”, demişti annesi,”kısmetin açıldı. “Aklını başına topla, sevgi karın doyurmuyor. Kendini düşünmüyorsan doğacak çocuklarını düşün”. Sevgi bitermiş, aşk dediğin kalmazmış. Kalabalıktı düğün alayı, herkes neşeliydi. Altın kelepçeler takılıyordu, altin zincirler, annesi mutluydu, mahalledeki kadınlar, oynayan çocuklar, kendilerini oyun havalarına birakmış delikanlılar.

Kaynanam da mutlu”, diye düşündü. “Heryerde benden bahsediyormuş “gelinimiz iyi çıktı, ağzı var dili yok”, diye. Ben susuyorum Yusuf, sadece susuyorum”, kalbinin gizli bir köşesinde saklanmış öfkeyi tanıdı, biraz da korkarak.

Tekrar dışarılara daldı gitti. “Buralarda dağ yok Yusuf’um”, diye mırıldandı. Kırlarda dolaştıkları geldi aklına. “Sen şu en yüksek yerde açan bir çiçek bile olsan bulurdum seni”, diyordu beyaz örtülerini çıkarmamış dağları göstererek. “Oralarda kalırdım senin yanında, yaşar giderdik, mutlu olurduk”, diyordu.

Hava yağacak gibi oldu, bahçeye çıktı. Görünen ağaçlara baktı, rüzgar esiyor ,hafifçe boyunları eğilmiş. Bahçeyi adımladı, dokuz adım. Sonra gökyüzüne çevirdi gözlerini, alabildiğince geniş. Yavaş yavaş çamasırlarını toplamaya başladı. Elma bahçeleri geldi aklına, elma toplayışları. Bir elmanın iki yarısını düşündü. Kendine baktı önce, sonra anılarına, Yusuf’u gördü.

Hergün büyük bir keyifle izlediği dizilerin başlamasına biraz zaman vardı. Vakit geçer umuduyla ütü masasını oturma odasına kurdu. Sigarasını yaktıktan sonra da televizyonu açtı. Severdi ütü yapmayı, hayran kalırdı hep,kurutma makinasında hırpalanmış çamaşırların düzelişine, ilk alındıkları günkü hale dönmelerine. Zaman zaman da hayal ederdi, herşeyi böyle düzeltebilmeyi, ilk güzel anlarına geri getirebilmeyi.

Bu diziler onu başka başka alemlere götürürdü, uzaklaşırdı bulunduğu yerden, yaşadığı zamandan. Hep farklı birisi olurdu, aldatılan kadın, güzel kadın, fakir kadın,güçlü kadın...Uzaklara giderdi, çok uzaklara, ta ki “falanca bölümün sonu” yazısını görünceye kadar. Sonra da şaşar kalırdı vaktin bu kadar hızlı geçip gidişine.

Bu sefer de böyle oldu yine, akşam yemeğini hazırlamak üzere mutfağa gitti. Annesinin mutfakta yemek yapışı geldi aklına. “Kızım, misafir gibi durma öyle, öğren, ileride lazım olur”, diyordu. Annesinin söyledikleri, çalan telefon sesiyle bölündü.

Kocasıydı arayan. Kahveye takılmışlar, geç gelecekmiş biraz, merak etmesin diye haber vermek istemiş. “Sorun değil, ben yemeğimi yerim”, demişti. Yine de aklına takılmıştı.

Neyse zaten canı pek yemek de yapmak istemiyordu. Gitti koltuğa oturdu, tekrar dışarıyı izlemeye başladı. Yaşlı adam yine köpeğini gezmeye çıkarmış, gazeteci kadın yok, okuldan dönen çocukların pek sesleri çıkmıyor, belli ki yorulmuşlar, şık giyimli kadın hala gelmedi.

Yağmur damlalarına takıldı gözleri, cama vuran damlaların çıkardığı sesler sanki içine işliyordu. Boğazi düğüm düğüm oldu. İşaret parmağını cama doğru uzattı, henüz ulaşan bir damlaya dokunabilmek için. Titrek bir sesle mırıldandı “Yağmur yağıyor buralara Yusuf’um, duyuyor musun çiçeğin ağlıyor?

Mesut Balık

3 yorum:

Min'el Lâ dedi ki...

-“Neyse bari bugün yapacağım yemek farklı olacak“, diyerek tebessüm etti- işte tam olarak o tebessümden payıma düşen acıdır dilimdeki. Yoksa ağzımdaki bu tadın, 'günlerin birbirinden tek farkının o gün yapılacak yemeğin adının olduğu bir ev...okuduktan sonra ben de bir sigara yaktım' diye yazılması planlanan yorumdaki sigara ile bir bağlantısı yoktur.

Mesut Balık dedi ki...

Değerli yorumlarınız için teşekkür ediyorum.

Bundan sonraki çalışmaları da paylasabilme dileğimle.

Min'el Lâ dedi ki...

Yorumun değeri yorum alan öyküden gelmektedir şüphesiz, ben teşekkür ederim ve merak ile bekleyeceğim yeni çalışmalarınızı.

Selamlar